ABBAS VALİ
Hiçbir ideolojinin, milliyetçilik kadar tarihe ihtiyacı yoktur. Milliyetçiliğin romantik anlamı, özcü kavramsal yapısı ve apokaliptik hakikat iddiası için tarih vazgeçilmezdir. Milliyetçi söylem tarihsisttir; milliyetçi davanın meşrulaştırılması için soyculuğa, kendini teyit etmek ve ötekini inkar etmek için ulusal kökenin tarihselleştirilmesine dayanır.
Hiçbir ideolojinin, milliyetçilik kadar tarihe ihtiyacı yoktur. Milliyetçiliğin romantik anlamı, özcü kavramsal yapısı ve apokaliptik hakikat iddiası için tarih vazgeçilmezdir. Milliyetçi söylem tarihsisttir; milliyetçi davanın meşrulaştırılması için soyculuğa, kendini teyit etmek ve ötekini inkar etmek için ulusal kökenin tarihselleştirilmesine dayanır.
Fakat tarih, milliyetçiliğin Achilles topuğudur da.
Milliyetçi tarihsel söylem, tarihçiler tarafından hakikati çarpıtmakla,
ulusların ve ulusdevletlerin oluşumuyla ilgili tarihsel gerçekliği yanlış ifade
etmekle sürekli suçlanır. Tarihsel özneleri seçerek ve zaman zaman icat ederek
ve düşüncelerini ve eylemlerini tarihselleştirerek tarihsel anlatıları
yorumlayan “nesnel” ve görünüşte ideolojik olmayan tarihçiler, milliyetçi
tarihçileri öznel, partizan ve ideolojik oldukları için eleştirirler.
Milliyetçi tarih yazımına yöneltilen suçlamaların çoğu, genel olarak amprisist
tarih yazımının epistemolojisiyle ilgilidir ve gösterdikleri gerçekle özdeş
oldukları varsayımına dayanarak hakikati verili olgulardan çıkarmakla ilgilenen
her tarih yazımı, tanımı gereği amprisisttir. Bu, milliyetçi tarih yazımının
yanlışları kadar doğrudur.
Tarihin milliyetçi inşasıyla ilgili eleştirel yorum, iki
temel varsayımı gerektirir: birincisi; milliyetçilerin kendi tarihlerini yanlış
tanıttıkları varsayımı; ikincisi, ulusun tarihinin bu yanlış tanıtılmasının,
milliyetçi ideolojinin özsel bir koşulu olduğu varsayımı. Ulusların ve
milliyetçiliğin doğası üzerine öncü bir ifadesinde Ernest Renan, bu noktaları
sık sık alıntılanan bir belirlemede özetledi: “Kendi tarihini yanlış almak,
ulus olmanın bir parçasıdır.”1 O zamandan beri, etkileyici bir
tarihsel ve siyasal yorum takımı, milliyetçi tarih yazımının çarpıtmalarını
milliyetçi ideolojinin doğasına bağlayarak Renan’ın ince belirlemesini
yankılandırmaktadır.2 Nations and Nationalism since 1780 adlı
incelemesinde Hobsbawm, şunu ileri sürer:
Eklemeliyim ki, Kitabı Mukaddes’in lafzı hakikatine
inananların, evrim teorisine katkıda bulunamasalar da, arkeolojiye ve semitik
filolojiye katkıda bulunmaları önünde hiçbir engel olmaması anlamı hariç,
hiçbir ulus ve milliyetçilik tarihçisi sadık bir siyasal milliyetçi olamaz
(1992, s. 12).
Milliyetçi tarihsel söylemin öznel ve ideolojik olduğu ve
bunun, geçmişin yanlış tanıtılmasını etkilediği herkesin malumudur.
Milliyetçiler, kendi davalarının meşruluğunu teyit etmek için kendi uluslarının
tarihlerini yazarlar. Bu nedenle, milliyetçi tarih yazımı, Hobsbawm’ın yorumlarının
ima ettiği anlamda nesnel değildir ve olamaz. Fakat “tarihsel gerçeklik”in
ideolojik yanlış tanıtılması ve siyasal bağlılık da, özel olarak milliyetçi bir
suç değildir. Sosyalist hareketlerin ve burjuva devletlerin tarihlerini yazan
kendinden menkul sosyalistler ve sadık serbest piyasa liberalleri vardır;
bunlar sık sık eleştirilirler, fakat girişimlerinin meşruluğu nadiren
sorgulanır.
O halde, milliyetçiliği modern tarih yazımının paryası
haline getiren nedir? Hobsbawm, aynı sayfada milliyetçiliğin özgüllüğüne işaret
eder: “Milliyetçilik,” diyor, “açıkça öyle olmayan şeye gereğinden fazla inancı
gerektirir” (ibid, s. 12). Bu, milliyetçi tarih yazımının öznesinin, ulusun,
milliyetçilikten ve ulusdevletten önce var olan önceden verili bir siyasal güç
olduğu şeklinde kurgusal niteliğini öne sürer. Milliyetçi tarih yazımı,
temelsizdir; mitik kökenli uydurma bir öznenin iddiaları, talepleri ve
faaliyetleri gereğince yazılır. Hobsbawm’a göre “uluslar, devletleri ve
milliyetçiliği meydana getirmezler, devlet ve milliyetçilik ulusu meydana
getirir” (ibid.). Gellner, Hobsbawm’ın milliyetçi tarih yazımının öznesinin
kurgusal doğasıyla ilgili görüşünü paylaşır:
İnsanları sınıflandırmanın doğal, Allah vergisi bir yolu
olarak, uzun süre gecikmiş te olsa asli bir siyasal kader olarak uluslar, bir
mittir; bazen önceden var olan kültürleri alıp uluslara dönüştüren, bazen
ulusları icat eden ve çoğunlukla önceden var olan kültürleri yok eden
milliyetçilik: ister iyi olsun, ister kötü; bu, bir gerçekliktir… (1988, s. 48
9)
Milliyetçi tarihsel söyleme yönelik birçok çağdaş
eleştirinin ana hedefi, demek ki, öznesi ulusun kurgusal, kavgacı niteliğidir.
Buradaki niyetim bu eleştirinin geçerliliğini, ya da siyasal ve yöntembilimsel
önemini sorgulamak değildir. Ulusun “öznel bir antikite”den çok modern bir
siyasal inşa olduğu görüşü, kusursuzdur. Açıkçası, milliyetçi tarihsel söylemin
kavramsal yapısı ve anlatısı, kesinlikle bu kurgusal öznenin
tarihselleştirilmesine dayanır. Bu anlamda, milliyetçi tarihsel söylem sadece
gerçeği yanlış tanıtma değil, aynı zamanda yanlış kavramadır da. Kavramsal ve
olgusal olarak yanlıştır ve bu yanlış, gereklidir. Ulus ile ulusçuluk
arasındaki nedensellik sıralamasının tersini, milliyetçi iktidar iddiasının
temelini oluşturan söylemsel bir strateji sağlar.
Modernistinşaçı ulus ve milliyetçilik kavrayışları, ezelici
ve etnisist yaklaşımların milliyetçi tarih otoritesine başvurularını ve bununla
birlikte entelektüel inanırlılıklarını zayıflatarak şiddetli ve keskin bir
eleştirisini sunarlar. Milliyetçi iddialara tarihsel “olgu”yla karşı koyan
inşacı eleştiri, etnisite, milliyetçilik ve ulusal kimlik üzerine çağdaş
bilimsel çalışmaları köklü bir biçimde etkilemiştir; teorik önvarsayımları,
özellikle milliyetçi söylemi geçerlileştirme tarzı, şimdi yaygın bir biçimde
kullanılmaktadır. Yanlışlığını, tarihsel olgularla bağdaşmazlığını kanıtlamak
için milliyetçi söylemi bağlamlaştırma, olağanlaşmıştır; fakat bazı ciddi
teorik ve kavramsal gözden kaçırmalar pahasına. Zira, söylemi
geçerlileştirmenin bu tarzı, ektili olduğu kadarıyla, verili ve gösterdiği
gerçeklikle özdeş olgularla ilgili ampirisist kavrayışa dayanır. Bu kavramların
epistemolojik temelinin tutarsız ve dolayısıyla savunulamaz olduğu
kanıtlanırsa, artık sürdürülemez. Olgular da, milliyetçi tarihsel yazımın
konusundan daha fazla gerçek olmayan söylemsel inşa iseler, tarihsel ölçütler
de geçerli olmazlar.3
Modernistinşacı milliyetçi söylem eleştirisinin ampirisist
varsayımları, bir o kadar sorunlu başka bir özcülüğe götürür: kapitalizmin ve
modernliğin gösterdiği tarihsel öznelliklerin özcülüğü.4 Zira
milliyetçi söylemi geçerlileştirmenin aracı ve amacı olarak olgunun otoritesine
başvuru, bu söylemi, bu belirli tarihsel söylemin ideolojik bir ifadesi gibi
görerek, kapitalizmin ve modernliğin oluşturduğu özgül tarihsel öznelliklerin
bir yansımasına indirger. Örneğin Hobsbawm, bunu, modern kapitalizmle bütünleşen
demokratik süreçlerin ve pratiklerin şekillendirdiği popüler hükümranlık
öğretisinin haklılaştırılması için ideolojik bir retorik olarak kavrar (bkz.
Hobsbawm, 1992). Benzer şekilde Gellner’e göre milliyetçi söylem, herşeyden
önce, sanayileşmenin ve modernliğin meydana getirdiği siyasal ve kültürel
süreçlere uygun bir meşruiyet öğretisidir ve bu koşulların olmadığı ya da
çocukluk aşamasında olduğu toplumlara uygulanması zorunlu olarak olumsuz
sonuçlar doğuracaktı. Sırasıyla Marksist üretim tarzları teorisine ve
modernleşme teorisine dayandırılan bu özcü savların ikisi de indirgemecidir.5
Benim savımın düğüm noktası şudur: milliyetçi söyleme
yönelik modernistinşacı eleştirinin ampirisist varsayımları, milliyetçi
söylemin tarihsist anlatısını teorik değerlendirme olanağını etkili bir şekilde
önleyerek bir söylemsel kapanma yaratır. Burada söz konusu dava, milliyetçi
söylemde hak ve yükümlülüklerin taşıyıcısı olan ulusal kimliğin
kavramsallaştırılmasıdır.6
İnşacı ulusal kimlik kavrayışı indirgemecidir: ulusal
kimliği, milliyetçi birörnek (mitik) köken iddiasına, ona milliyetçi projeyi
tanımlayan hak ve yükümlülükleri de bahşeden kapitalizmin ve modernliğin
oluşturduğu öznel bir inşanın söylemsel sonucuna indirger. Söylemeye gerek yok,
inşacılara göre milliyetçi proje kesinlikle moderndir: tarihsel olarak
kapitalizmle ve modernlikle bütünleşen siyasal ve kültürel süreçlere ve
pratiklere dayanır. Bununla birlikte mesele şudur: etnisist yaklaşım ulusal
kimliği, tarihte verili ve hep var olan birörnek bir etnik kökenden türetirken,
inşacı kavrayış da kapitalizm ve modernlik tarafından kurulan mitik bir kökene
indirger. İnşacı kavrayışın tarihsel indirgemeciliği de, ulusal köken fikri
etnisistlerin savunduğundan temelden farklı olmasına karşın, kimlik söyleminin
köken söylemiyle birleştirilmesine yol açar.
Bu yüzden bu sav, ulusal kimliğe inşacı yaklaşımların eşit
ölçüde tarihsist olduğunu gösterir; çünkü, ulusal kimliğin
kavramsallaştırılması milliyetçi söylemin, oluşumunun tarihsel koşullarına
indirgenmesini gerektirir. En keskin milliyetçi söylem eleştirilerine egemen
olan bu tarihsizm, ampirisist epistemolojisinden koparılamaz ve ikisi birlikte,
yukarıda işaret edilen inşacı özcülüğün iki ana direğini oluştururlar.7 Köken
söylemi olarak milliyetçilik ile kimlik söylemi olarak milliyetçiliği ayırt
edemez. Kimlik söylemi olarak milliyetçilik, kurgusal kökenin bir ifadesine,
milliyetçi söylemde tarihselleştirilen ulusal mite indirgenemez. Ulusal kimlik
bir köken fikrini gerektirmesine karşın, bu fikrin söylemdeki statüsü,
tarihselleştirme dışında stratejiler tarafından belirlenir. Yani, kökenin,
hegemonya için rekabet eden diğer ulusal kimliklerle karmaşık ve değişen bir
ilişkinin içine kazımayı gerektirir. “Öteki”yle bu ilişki, ulusal kimliklerin
inşasında “farklılık”ın eksen rolünü gösterir.8 Bu nedenle,
ulusal kimlik verili/doğal (ezeli/etnik) bir kökene indirgenemezse, sınai
kapitalizmin ve modernlik kültürünün nesnel yapılarından da türetilemez.
Milliyetçi söylem, verili ya da inşa edilmiş bir köken
söylemi değildir. Aksine öncelikle, popüler hükümranlık iddiasının ortaya
konduğu bir kimlik söylemidir. Ulusal kimlik, mevcut ve yeni ortaya çıkan
kimliklerle bir ötekilik ilişkisi içinde, içine kazındığı ve dışarıdan içsel
birliğini zayıflatma tehdidinde bulunan ötekiyle farklılık sistemi içinde
oluşur. Bu popüler hükümranlık iddiasının odağı olarak milliyetçi söylem
tanımı, modern ulusal kimliğin inşasında modernliğin önemine ve başarılarına,
özellikle modern ulusdevlet ve demokratik teori kurumuna işaret eder: ulusal kimlik,
asli olarak siyasal hükümranlığa bağlıdır. Bu yüzden milliyetçi söylem,
hükümranlık öncülüne dayanan bir haklar söylemidir. Haklar söylemi olarak
milliyetçilik, ideal bir ulus devlet tipi, tüm vatandaşların ulusal
kolektivitenin üyeleri olacakları bir kendiliği vaat eder. Bu şekliyle
ulusdevlet ulusal hakların gerçekleşmesinin koşuludur ve sınırları, etnik
ilişkilerle tanımlanır. Aslında devletin etnik ve siyasal sınırlarının
denkliği, milliyetçi davanın ve devletin meşruiyeti bakımından özseldir. Milliyetçi
söylem ile demokratik teori arasındaki ilişki, ulusal kimliğin inşasının özgül
koşulları, esas olarak kamusal ve özel alanların ayrılmasını ve genelde sivil
toplum olarak bilinen bir mekanın ortaya çıkışını gerektirdiğini gösterir.
Sivil toplum, milliyetçi söylemin konusunun kazılı olduğu
farklılık ve anlamlandırma sistemleri alanıdır; ulusal kimlik inşasının “iç”
sürecini ve koşulunu tanımlar. Birincisi, özel ve kamusal alanları ayıran
sınırlar, ben ile öteki arasındaki ilişkiyi ve dolayısıyla cemaat içinde ulusal
kimliğin inşasını belirleyen başlıca konturları da gösterir. İkincisi, bu
sınırlar istikrarsızdır; konuyu, cemaat içindeki güçler dengesinde başkalaşıma,
ben ile öteki arasında değişen ilişkinin temelini oluşturan ve ulusal kimliğin
özünde istikrarsız niteliğini tanımlayan bir başkalaşıma kaydırırlar.
Milliyetçiler, elbette, bu son noktaya karşıdırlar. Ulusal
kimliğin istikrarsız niteliği, milliyetçi söylemde şiddetle reddedilir; çünkü
milliyetçi iktidar iddiasının mantığına aykırıdır. Fakat ulusal kimliğin
farklılık tarafından oluşturulduğu gerçeği, kendi doğrulanmasının bir koşulu
olarak inkar etmeye çalıştığı “ötekinin hep musallat” olması anlamına gelir.
Ben’in onaylanmasının koşulu olarak ötekiyi bu inkar, milliyetçi söylemin asli
özelliğidir. Farklılığı hedef alır, cemaat içindeki etnik, kültürel ve eninde
sonunda ulusal farklılıkları ötekiliğe dönüştürerek yadsır. Milliyetçi söylemde
ötekilik olarak farklılığın inşası, ulusal kendi kendini onaylama siyasetine
eşlik eden bir söylemsel stratejidir. Bu yüzden ortaya çıkan “ulusal kültür,”
ulusal kimliğin asli birliğini ve istikrarını, dolayısıyla ulusun soy
kütüklerine dalan tarihsel söylem çokluğunu ifade etmeye hizmet eder.
Bu teorik belirlemeler, genel olarak siyasal kimliğin inşası
koşullarına da uygulanabilir; fakat milliyetçi söylemin kavramsal yapısında
popüler hükümranlık kavramının oynadığı eksen rol, ulusal kimlik inşasının
farklı söylemsel koşulları gerektirdiğini gösterir. Aslında, ulusal kendi
kendini onaylamanın siyasal ve kültürel süreçlerinde “farlılık”ın “ötekilik”e
dönüştürülmesinde araçsaldır. Popüler hükümranlık kavramı ile demokratik
vatandaşlık fikrinin, çeşitli biçimleriyle yani, genellikle sırasıyla ulusal
devletin yaratılmasından önce ve sonra ortaya çıkan muhalif milliyetçilik ve
resmi milliyetçilik milliyetçi söylemde özel ile kamusal arasında değişen
ilişkinin iki baş düzenleyicisi olmalarının nedeni budur. Burada kısa bir
açıklama yerinde olur.
Milliyetçi söylem ile demokratik teori, içten fakat muğlak
bir ilişkiyle birbirine kilitliderler. Bu muğlaklık, milliyetçilik ve devlet
oluşumu üzerine çağdaş literatürde yaygın bir şekilde belirtilmiştir ve
genellikle, arkaik bir kavramsal yapıya sahip modern ve özünde popülist bir
ideoloji olarak milliyetçi ideolojinin özgül niteliğine atfedilir. Bu sürekli
muğlaklığa demokratik teorinin katkısı, ve anayasal olarak popüler hükümranlığı
ve demokratik vatandaşlığı savunan modern devlet oluşumlarında sivil toplumun
gelişimi bakımından olumsuz sonuçları hakkında nispeten az şey söylenmiştir. Bu
öğretiyle bütünleşen kimlik ve vatandaşlık normatif kavramları, ulusal devletin
sınırları içindeki etnik, ırksal ve cinsel farklılıkların nedeni olamaz.
Hükümranlık, etnisitesiyle siyasal toplum içindeki vatandaşlığın sınırlarını da
tanımlayan etnos’un ya da ırkın bir yüklemi olarak kalır. Normatif vatandaşlık
kavramları, devletin siyasal sınırları içinde, hükümranın birliğini bozma ve
hegemonik egemenliğini istikrarsızlaştırma tehlikesi gösteren ötekiyi, etnik,
ırksal ve cinsel kimlikleri/farklılıkları yadsırlar.9
Normatif vatandaşlık kavramının, hükümranın kimliğini egemen
etnisitenin tarihsel ve kültürel yüklemleri gereğince yeniden tanımlayarak
popüler hükümranlığın koşullarını yeniden tanımlamaya hizmet ettiği modern çok
etnisiteli ve çok kültürlü devletlerde bu özellikle anlamlıdır. Bu yüklemler,
kapsamanın ve dışlamanın araçları ve koşulları haline gelerek, ulusun
sınırlarını tanımlarlar. Başka bir ifadeyle, “ulusal” devlet çerçevesi içinde
“ötekiliğin” ve hükümran olmayan etnisitelerin hukuksalsiyasal koşullarını
tanımlarlar. Zira ortaya çıkan “ulusal” kimlik, hükümran olarak egemen etnos’a
dayandırılan hak ve yükümlülüklerin, dolayısıyla ulusal olmayan ve bu nedenle
yıkıcı sayılan öteki etnik, ırksal ve kültürel kimlikleri dışlamanın/yadsımanın
odağı haline gelir. Sonra bu süreç, resmi (milliyetçi) söylemde kamusal ve özel
alanların yeniden tanımlanmasına yol açar. Kamusal alan, sınırları
egemen/hükümran etnik ilişkiler tarafından tanımlanan “ulusal” alanla özdeş
hale gelir. Diğer yanda özel alan, böyle tanımlanan kamusal alandaki
görünüşleri ulusal/hükümran kimliği istikrarsızlaştıran ters bir giriş olan tüm
ulusal olmayan/hükümran olmayan kimlikleri kapsar.
Bu teorik belirlemeler, bu denemenin son bölümünde Kürt
kimliğinin oluşumunun söylem koşullarının ana hatlarını çizmeye hizmet
edecektir. Türkiye, Irak ve İran’da muzaffer milliyetçi hareketlerin ve ortaya
çıkan “ulusal” devletlerin meydana getirdiği siyasal ve kültürel süreçlerin ve
pratiklerin, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kürt topraklarının üç parçasında
modern Kürt ulusal kimliğinin ortaya çıkışı için sahneyi hazırladığı
gösterilecektir. Bu ülkelerdeki ulusal devletler ve onların giderek artan
otoriter yönetimlerini hegemonyacı siyasal kültürlerini meşrulaştırmak için
inşa edilen resmi milliyetçilikler, biçim ve nitelik bakımından değişikti.
Yapısal dinamikleri, değişik modernleşme ve kalkınma yollarını önlerine koydu
ve bu “ulusal” topraklardaki Kürt toplumlarının gelişiminin genel seyrini ve
tarzını değişik biçimlerde etkiledi. Kürt kimliği, ötekinin bu siyasal ve
kültürel çeşitliliğinin izini taşıdı; başından beri derin parçalı olmuştur.
Kürt Kimliğinin Milliyetçi İnşaları
Ne var ki, bu konulara dönmeden önce, Kürt tarihini ve
kimliğini inşa etmeye yönelik iki önemli milliyetçi girişimi ele almayı
öneriyorum. Muhammed Emin Zeki’nin ve Cemal Nebez’in Kürtçe (Sorani lehçesiyle)
yazılmış eserleri, milliyetçi tarihsel söyleme iki farklı yaklaşımın
örnekleridir. İki anlatım arasındaki farklılıklar, öteki siyasal söylemlerin ve
pratiklerin yazarlardan her birinin Kürt ulusunun kökeni ve seceresiyle ilgili
kurgusu üzerindeki etkisini gösterir ve egemen siyasal ve ideolojik koşulların
özellikle Kürdistan’ın parçalarındaki ve diasporadaki milliyetçi söylemin ve
pratiğin durumunun yazarların milliyetçi projeyi sunuşları üzerindeki can alıcı
sonuçlarını açığa vurur. Zeki’nin eseri, algılamada büyük ölçüde liberaldir,
demokratik teori ve popüler hükümranlık öğretisiyle çok zayıf bir ilişki
sergiler. İngiliz mandası altında ve Haşimi yönetiminin ilk yıllarında yazılan
ve olduğu kadarıyla milliyetçi projesi, açıkça kültürel ve özerkçi bir
projedir. Erken ondokuzuncu yüzyıldan beri Kürt hareketlerinin yükselişi ve
düşüşüyle ilgili değerlendirmesi, onu, bağımsızlık isteğinin gerekli iç ve dış
koşullardan yoksun olduğuna inandırır. Diğer yanda Nebez ise, Batı’da büyüyen
Kürt diasporasının bir parçası olarak sürgünde yazar ve özerkçi hareketlerin ve
projelerin dört hükümran devlet ve bu devletlerin yükselen hoşnutsuzluğu ve
muhalefete karşı artan şiddetleri karşısında sürekli yenilgiye uğramalarını
gösterir. Nebez’in Kürt tarihi kurgusu, Büyük Kürdistan’da bağımsız bir devlet
dışında herşeyi dışlayan bir siyasal projeye zemin hazırlayan aşkın bir ulus ve
ulusal kimlik fikrini gerektirir. Milliyetçi projesi açıkça popüler hükümranlık
öğretisini savunur; fakat Kürt milliyetçiliği düşüncesinin benzersizliği ve
bütünüyle mitik bir özgürlük fikrini takıntılı bir şekilde tekrarlaması,
eserinde demokratik teorinin amentülerine aykırıdır. Bununla birlikte, bu tür
kavramsal ve siyasal farklılıklara karşın, Zeki’nin ve Nebez’in eserlerinin
ortak karakteristikleri paylaştıkları vurgulanmalıdır. İki ana faktör
tarafından belirlenirler: Türkiye, Irak ve İran’daki modern topraksal
devletlerin uyguladığı “hükümran kimlik” şiddeti; ve Kürt hareketlerinin
siyasal ve ideolojik gelişimi. Bu iki faktör arasındaki sürekli etkileşim,
kavramsal başkalaşımlara ve Kürt tarihsel söyleminin gelişimine yansır.
Muhammed Emin Zeki’nin eseri, milliyetçi bir tarih inşa
etmeye yönelik ilk sistematik girişimdir. Zeki 1880’de Süleymaniye’de bir
Osmanlı uyruğu olarak doğdu ve ondokuzuncu yüzyılın sonunda Bağdat’ta ve
İstanbul’daki askeri akademilerde okudu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Irak’ta
bir Osmanlı subayıydı ve Suriye’deki Yedinci Osmanlı Ordusunun komutanı Mustafa
Kemal Paşa’nın yardımcısıydı. Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan sonra, Irak’ta
İngiliz Manda yönetimine katıldı, 1925’te ilk kabine görevini aldı ve
bağımsızlıktan sonra öne çıktı. En etkili eseri iki ciltlik Kürtlerin
ve Kürdistan’ın Kısa Tarihi, 1931’de ve 1933’te Bağdat’ta yayınlandı.
Kürtlerin ve Kürdistan’ın Kısa Tarihi’nin giriş
bölümünde Zeki, kitabın yazılmasına öngelen koşulları açıklar. “Bu kitabı nasıl
yazdım?” diye sorar ve okuyucuya anlatır:
Türkiye’de “Osmanlı” sözcüğü, anlamı ile birlikte ortadan
kalkıp, onun yerini “Türklük”, “Turancılık” sözü ve kavramı alınca; Osmanlı
yönetimindeki diğer halklar gibi, ben de Kürt ulusunun, yani kendi ulusumun
bünyesinde yerimi aldım. Daha doğrusu ulusal bilinci bütün gücüyle duymaya
çalıştım. Ne var ki; ben, bağlı olduğum ulus ve onun tarihi hakkında gereken
bilgiye sahip değildim. Çünkü Osmanlıların ümmetçilik ve Osmanlılık politikası,
onun yönetimindeki ulusları uyuşturmuş, onları kendi milliyetleri hakkında
gerektiği gibi düşünmekten alıkoymuştu. Bu yoldaki bazı yöresel olayları da,
başta silah zoru olmak üzere türlü yollarla yoketmişlerdi.
Bazen kendime sorardım: “Kürtler hangi kökene ya da ırka
dayanıyor, asıl vatanları ve tarihleri hakkında nasıl bilgi edinebilirim?”
Demek ki, Zeki’ye göre Osmanlı evrenselciliğinin ölümü ve
bunun sonunda Türk milliyetçiliğinin yükselişi, modern Kürt tarih yazımının
ortaya çıkışını hazırladı. Etnik kendi farkında olma dalgasını millet
sisteminin ezeli (İslam) etosunun kısıtlayıcı etkisinden kurtaran bu can alıcı
dönüşüm, Zeki’yi Kürt kimliğini araştırmaya sevketti. Bu anlamda bir Kürt ve
Kürdistan tarihi yazmak, Kürt milliyetçiliğinin bir seceresini inşa etme
girişimi kadar, bir kendi kendinin farkına varma alıştırmasıdır da.10
Bununla birlikte, iki süreç asla ayrı değildir. Zeki’nin
söyleminde aynı kökene ve referans noktasına sahiptirler: resmi söylemde
Osmanlıcılığın evrenselci etosunun yerini hızla alan birörnek bir Türk ulusal
kimliğinin ortaya çıkışı. Bu ortaya çıkış, onun tarihsel anlatısının görünmeyen
nedenidir. Fakat Zeki’nin bir Kürt olarak kendisinin farkındalığı, kendi Kürt
kimliğini anlama ve tanıma girişimi ve dolayısıyla ortaya çıkan Türk
milliyetçiliğine ve ulusal kimliğine tepkisi, özbilinci yaşayan bir sömürge
uyruğununkinden oldukça farklıdır. Sömürgeleşmişlikten farklı olarak Zeki, Türk
milliyetçisinin tarih öncesini ve ideolojik yükünü paylaşır. Her ikisi de laik
görüşlü Osmalı reformcusuydu; her ikisi de, Osmanlı toplumunu dönüştürüp yeni
demokratik temellerde yeniden biçimlendirmek isteyen modernleşmeciydi. Fakat
sömürgeleşmiş gibi, evrenselci bir sistem içinde kimliğine saygı duyan normatif
varsayımların yadsındığı, etnik farklılıklar ötekiliği oluşturmaya, modern
Türkiye’de devlet oluşumunun siyasetinin ideolojik temeli haline gelmeye
başladığı bir anda kendi Kürt kimliğini keşfeder.11
Zeki’nin bakışındaki bu gerilim, büyük ölçüde Irak’ta Manda
yönetimi altında ve Haşimi yönetiminin ilk yıllarında yazılan tarihsel eserini
damgalayan siyasal ikircikliğe de yansır. Zeki, Kürt kimliğinin unsurlarının
verili, Türk, Arap ve Pers kimliklerinin oluşturucu unsurlarından
farklılıklarıyla tanımlanmış gibi görünen bir Kürt seceresiyle başlar. Fakat bu
secerenin önceden tasarlanmış siyasalideolojik (milliyetçi) bir amacı yoktur.
Ulusal şimdinin bir seceresi yani, şimdiyi talep etmek için geçmişin yeniden
keşfideğildir. Daha çok Osmanlı geçmiş ile Iraklı Kürt şimdi arasında
açıklanamaz bir boşluğu, bağımsızlıktan önceki Arap yönetimi kavrayışını
belirleyen manda altındaki yeni siyasal koşullarda Zeki’nin ben imgesini
etkileyen bir boşluğu kapatacak tarihsel bir bellek inşa etme girişimidir.
Zeki’nin Arap yönetimiyle ilgili ilk tereddütleri, Irak’ta Haşimi yönetiminin
pekişmesiyle birlikte kaybolur ve tarihsel bellek, ulusun seceresinden ayırt
edilemez hale gelir.
Kürt ulusunun seceresi sonuç olarak Zeki’nin eserinin
yapısını biçimlendirmesine karşın, Kısa Tarih, kaba genelleme riskini göze
almadan milliyetçi bir tarih yazımı eseri olarak sınıflandırılamaz. Zeki,
ulusun tarih yazımında secerenin hareket noktası olduğunu ileri sürer. Fakat
kendisi de kabul eder ki, bir ulusun seceresini kurmak tarihçileri, tarihte
ulusal kökenin oluşturucu unsurları olarak etnisiteyi, dili ve toprağı değişik
biçimlerde vurgulayan bilim insanlarının ve oryantalistlerin yerleşik
kanılarına dayanmaya mecbur eden güçlüklerle dolu bir pratiktir (Zeki, cilt 2,
s. 12). Zeki, oldukları şekliyle önemli olan bu unsurların tekil bir ulusta
bulunmasının ender olduğunu da savunur; yani, birörnek ulusal bir dil konuşan,
birörnek bir etnik kökene sahip, tarihsel olarak tanımlanan coğrafi bir
bütünlüğü işgal eden bir ulus nadiren vardır. Zeki’nin belirlemeleri, aslında,
bir örnek köken milliyetçi mitine biraz kuşku düşürür.
Milliyetçi tarih yazımının iddia ettiği şekliyle birörnek
bir ulusal köken olasılığıyla ilgili bu çekinceler, Zeki’nin söyleminde yalıtık
bir ısrar olarak kalır. Savını mantıksal sonucuna, yani Kürtlerin tarih
yazımında birörnek bir ulusal kökenin reddi noktasına kadar götürmez. Bunun
yerine Zeki, çağdaş Arap ve Türk tarihçilerin benimsediği yöntemi benimser ve
Kürtlerin sistematik bir seceresine Kürtlerin birörnek etnik kökenine, diline
ve tarihsel alışkanlıklarına girişir (Zeki cilt 2, s. 84264, ve özellikle s.
21737).
Zeki’nin seceresinin açıkça etnisist bir ulus ve ulusal
köken fikri üzerinde inşa edilmesine karşın, milliyetçi siyasetin oluşum ve
gelişim koşullarıyla ilgili anlatımının kesinlikle modern olduğunu belirtmek
ilginçtir. Seceresi, odokuzuncu yüzyılın ortasından beri Kürt milliyetçi hareketlere
yönelik ve herşeyden önce geleneksel liderliğe yöneltilen modernist bir
eleştiriyi gerektirir. Liderler arasında siyasal uyumsuzluk ve kişisel çekişme
ve onları üreten ezeli ilişkiler, bu hareketlerin çöküşünün ana nedeni olarak
öne çıkarılır (bkz. özellikle cilt 2, s. 21617, 234237, 256257). Zeki’nin
tekrarlanan bu başarısızlıklarla ilgili anlatımı şunu gösterir: onun
bakış açısından geleneksel liderliğin ve ezeli sadakatlerin ağır basması, bu
hareketlerin olgunlaşamadıklarının göstergesidir; modern milliyetçi hareketler,
özgül öznel ve nesnel koşulları gerektirir.
Olgunlaşmamışlığın, Kürt hareketlerinin başarısızlığının en
temel nedeni olduğunu yukarıda söyledik. Bu, geçmişte olduğu kadar şimdi de
geçerlidir. Bağımsız bir devlet yaratmak için iki faktör özellikle zorunludur:
bilgi ve servet. Bu, bugün özellikle doğrudur. Bu iki hazineye sahip olmayan
herhangi bir halk bağımsızlığa ulaşamaz ve bağımsızlığa yönelik tüm çabaları
başarısızlığa mahkum olacaktır, maddi ve manevi hasardan başka birşeyle
sonuçlanmayacaktır. Hakim siyasal iklimin böyle bir halkın bağımsızlığa
kavuşmasına yardım edebileceğini varsaysak bile, bu halk bağımsızlıktan
yararlanmayacaktır; huzuru olmayacaktır; farklı bir biçimde köleleşecektir.
Birçok örnek, bu genel kuralın doğruluğunu kanıtlıyor (cilt 2, s. 237).
Zeki’nin savında örtük olarak var olan referans noktası,
modern ulus devletin Avrupa’daki oluşum koşullarıdır. Bu nedenle, onun bakış
açısından Kürt milliyetçiliğinin başarısının Kürdistan’da modernlik koşuluna ve
özellikle modern orta sınıfa ve bilimselteknik/rasyonel entelijensiyaya bağlı
olduğunu ileri sürmek abartı değildir.
Son zamanlardaki eseri Bîrî Netawayî Kurdî’de (“Kürt
Ulusu Düşüncesi,” Stockholm 1984; ayrıca bkz. Govari Niştiman, Stockholm
1985) Cemal Nebez’in örneklediği ezelici yaklaşım ise, aksine, modernlik
koşullarını, modern Kürt burjuvazisini ve entelijensiyasını tarihsel amacın
gerçekleşmesinin önündeki engeller olarak görür. Nebez, Kürt milliyetçiliğini,
[Büyük] Kürdistan’da bir Kürt ulusdevleti istemek olarak tanımlar. Kürt
milliyetçiliğinin kökenleri, diyor, bizce bilinmiyor. Kürt prenslikleri
biçiminde bağımsız (özerk) Kürt devletleri kuşkusuz var olmuş olmalarına
karşın, birleşik bir Kürt devleti ve birleşik bir Kürdistan kurmaya yönelik ilk
girişimin ne zaman ve nasıl olduğu bilinmiyor (s. 3132). Yine de Nebez’e göre
Kürt milliyetçiliği düşüncesi onaltıncı yüzyıldan itibaren Kürt tarih yazımına,
özellikle Tajal Tawarih’e ve Şerefname’ye açıkça yansır. Bu yüzden “bir Kürt
devleti kurma girişimlerinin Tajal Tawarih ve Şerefname’nin yazılmasından önce”
olduğu sonucuna varır. Fakat Nebez’in savındaki Ahmedi Xani’nin Mem û
Zîn’i eksen konumdadır. Şunu iddia eder:
16945’te Mem û Zîn’i yazan Kürt düşünür Ahmedi Xani’nin
(1650/11706) Kürtleri birleşip bağımsız bir Kürt devleti kurmaya, Türklerin ve
Perslerin egemenliğinden kurtulmaya ve bir Kürt kral, bir Kürt tacı, Kürt
parası ve Kürt kültürü aramaya … çağırdığını biliyoruz. Aynı zamanda
[hatırlayın] Xani, Türklere ve Perslere boyun eğmeye razı olan Kürt prensleri
eleştirmiştir … Açıktır ki, bütün bunları [konuları] dikkate alırsak, Kürt bir
kralın yönettiği bağımsız bir Kürdistan’da bir bütün olarak Kürt ulusunu
kapsayan bir Kürt devleti kurma düşüncesinin yabancılardan ödünç alınmadan
bizzat Kürdistan’da ortaya çıktığından kuşku duyulmaz (s. 3435; çeviri bana
ait).
Xani’ye yapılan gönderme, Nebez’in Kürt milliyetçiliği
kavramının tanımlanmasından iki merkezi noktayı saptamaya yarar: (i) Kürt
milliyetçiliği düşüncesi en azından onyedinci yüzyıldan beri var olan “yerli”
bir düşüncedir; (ii) Kürt milliyetçiliği başından beri, ortaçağ Avrupa ulusları
gibi topraksal bir devlet kurmaya çalışan Türklerin ve Perslerin aksine, ulusal
bir devleti gaye edinmiştir.
Düşüncenin yerli niteliğine vurgu, Kürt milliyetçiliğinin
Batılı ya da Doğulu olmayıp otantik bir Kürt düşüncesi olduğu iddiası, Arap,
Pers ve Türk tarihleriyle karşılaştırmalar yapılarak karşılaştırmalı tarihsel
bir çerçevede kanıtlanır ve nitelenir. Bu karşılaştırmalı çözümlemenin yol
gösterici çizgisi, cemaatin/ulusun gerçek ya da iddia edilen çıkarlarını
savunma ya da geliştirmeyle ilgili konularda devlet politikasıyla ifade edilen
yöneticilerinin bakışıyla ve siyasalideolojik özlemleriyle ezelici bir
“milliyetçilik” ve ulus kavramıdır. Bu tür ulus ve milliyetçilik kavrayışları
Nebez’in bu kavrayışların tarihsel katiyetini ve tutarlılığını kolayca gözardı
etmesine ve tamamen keyfi bir biçimde ortaçağ Arap tarihine ve onaltıncı yüzyıl
Osmanlı ve Safevi tarihine uygulamasına olanak verir. Nebez’in “Kürtler ve
Ulusal Devlet” ilgili kısa değerlendirmesini (s. 1830), “Milliyetçilik ve
Osmanlı ve Safevi Devletleri” izler. Bunlar, Kürt tarihiyle karşılaştırma
yapmanın ve dolayısıyla Kürt ulusunu ve Kürt milliyetçiliği düşüncesini
Araplarla, Türklerle ve Perslerle bir dizi farklılık gereğince ifade etmenin
temelini ve referans çerçevesini oluştururlar. Sonra bu “ulusal farklılıklar,”
Kürt milliyetçiliğinin benzersizliği iddia edilerek, Kürt toplumuna özgü verili
tarihsel olgular olarak sunulur ve mutlaklaştırılır.
Nebez’e göre Kürt milliyetçiliğinin benzersizliği, tarihsel
amacında yatar: topraksal bir devletten çok ulusal bir devlet isteği. Bu tutum,
tarihsel ve teorik iki hatalı varsayıma dayanır. Tarihsel olarak Nebez,
onaltıncı yüzyıl Osmanlı ve Safevi devletlerinin terimin modern anlamında
gerçek topraksal devletler olduklarını varsayar: topraksal merkeziyetçiliği
kurup uygulayabildiklerini, yani mutlak hükümranlık iddialarından vazgeçmeden
yani, siyasal iktidarı toprak sahipliğine bağlayan dikey bir egemenlik ve
bağımlılık yapısı içinde iktidarı devretmeden sahip oldukları bütün topraklarda
birörnek bir tarzda devlet iktidarına sahip olduklarını varsayar. Fakat
onaltıncı yüzyıldaki Osmanlı ve Safevi devletleri gibi kapitalizm öncesi
devletlerde topraksal merkeziyetçilik siyasetinin temelini oluşturan toprak
geliri ile askeri hizmet arasındaki canalıcı bağlantı, zorunlu olarak
hükümranlığın parsellenmesine yol açan tarzda bir siyasal iktidar dağılımını
gerektirir.12 Bu hatalı tarihsel yorum, daha temel başka bir
teorik yanlışa dayanır. Nebez, ulusdevletin dört başı mamur topraksal devlet
aslında, tarihte hükümranlığından ödün vermeden topraksal merkeziyetçiliği
uygulayabilen tek sahici topraksal devlet olduğunu kavramaz. Modern ulus
devlette hükümranlık koşulları ile topraksal merkeziyetçilik koşulları çakışır.
Bu koşullar, kapitalizm öncesi devlette topraksal merkeziyetçiliğin en kapsamlı
aracı olan siyasalaskeri ilişkiyi kademe kademe ortadan kaldıran modern
kapitalist ekonomi tarafından üretilir ve modern kapitalist ekonomiye
dayanırlar. Nebez ulusdevlet düşüncesini, varoluş koşullarını tarihsel ve
teorik olarak açıklamadan iddia eder. Bu iddia, bir Kürt ulusal devlet ulusal
amacını gerçekleştirmeye yönelik kesintisiz istek olarak Kürt tarihi kavramına
dayanır.
Nebez, Kürt milliyetçiliğinin sözde benzersizliğini,
kesinlikle ideolojik olmayan, sınıfsal olmayan ve sahiden ulusal olan
niteliğinde yattığını ileri sürdüğü tarihsel özgüllüğüne başvurarak saptamaya
çalışır. Bu nedenle ulusal Kürt devleti düşüncesinin Kürt toplumundaki özgül
bir sosyal sınıftan kaynaklanmadığını ve özgül bir sosyal sınıfın çıkarlarına
hizmet etmediğini; sınıfsal ilişkilerin yapısal sınırlamalarını ve öznel
izlerini aşan sahiden ulusal bir düşünce olduğunu ileri sürer. Burada da
Nebez’in savı karşılaştırmacıdır: Kürt milliyetçiliği düşüncesini, bir yanda
biçimi ve karakteri bakımından burjuva olarak tanımladığı Batı Avrupa
milliyetçiliğiyle, diğer yanda modern Ortadoğu’daki Türk, Pers ve Arap
milliyetçiliğiyle karşılaştırılarak kanıtlanır (1984, s. 356, 37145). Şunu
iddia eder: Kürt milliyetçiliği düşüncesi ilk kez, Kürdistan’ın tamamen feodal
bir toplum olduğu ve ister bir sınıf, ister bir sınıfın nüvesi olarak olsun,
bir Kürt burjuvazisinin ve küçük burjuvazisinin bulunmadığı bir sırada şair
Ahmedi Xani tarafından formüle edildi ‘s. 36).13 Kürdistan’da feodal
milliyetçilik, İran’da ve Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezi hükümetler ile Kürt
prenslikler arasındaki çatışmaların seyri içinde ondokuzuncu yüzyılda doruğa
ulaştı. Nebez’e göre bu çatışmalar, “onsekizinci yüzyılda başlamış olan bir
Kürt ulusal devleti kurma girişim”lerini temsil etmekteydi.14
Ne var ki, tuhaf feodal milliyetçilik fikri (güya özü
Xani’nin şiiriyle temsil edilen), tarihsel zaman ve siyasal praksisin
sınırlarını aşan aşkın bir ulus kavrayışına dayanan tarih dışı bir kategoridir.
Oluşturucu unsurları, yani Kürt feodalizminin sosyoekonomik yapısı ve siyasal
biçimi saptanmadan bırakılmadığı sürece savunulamaz. Dolayısıyla Kürt
feodalizminin sosyal yapısı, ekonomik ilişkileri ve siyasal biçimi Nebez’in
yazılarında ne kavramsallaştırılır, ne de tanımlanır; Kürt tarihine verili,
Kürt tarihinin özgüllüğünden sorumlu tarihsel olgular olarak varsayılırlar.
Nebez’in Kürt milliyetçiliğinin benzersizliği savı, bir o kadar anormal başka
bir fikre dayanır: onyedinci yüzyıldan ondokuzuncu yüzyılın sonuna kadar
Kürdistan’da feodal milliyetçiliğin bayraktarı olduğunu iddia ettiği klasik
Kürt sınıfı fikrine.
Nebez’in açıkladığı şekliyle Kürt toplumundaki klasik sınıf,
özerk Kürt prensliklerinin mirlerinden, ağalardan, dini tarikatların
şeyhlerinden ve onyedinci yüzyılın başından beri milliyetçi Kürt hareketlerine
egemen olan kentli dini entelijensiyadan oluşur. Bu klasik sınıf, diyor Nebez,
gücünü ve nüfuzunu, ekonomik olmayan kaynaklardan almaktaydı. Mirlerin ve
ağaların durumunda soy, esas olarak kırsal şeyhler ile kentsel mollaların
durumunda din, gücün, otoritenin ve egemenliğin temelini oluşturmaktaydı. Din
kesiminde şeyhler, büyük ölçüde kırsal taraftarlara sahip tarikat liderleriydi;
geleneksel dinsel liderlik ise, esas olarak Kürt toplumundaki kent merkezlerinden
destek alan ortodoks şeriat hocaları ve taraftarlarıydı (1984, s. 15974; 1985,
s. 310). Sonuç olarak Nebez’in vardığı sonuç şudur: dinsel ya da dinsel olmayan
klasik liderlik “bir ideolojiye bağlı değildi; klasik liderliğin amacı, ulusal
bir Kürt devleti kurmak ve yönetmekti. Bu nedenle, tüm Kürt cemaatlerinin [bu
sürece] katılmaları zorunluydu” (1985, s. 12).
Peki klasik denilen sınıf gerçekten de ekonomik bir temelden
yoksun muydu? Burada Nebez’in savı, feodal ekonominin niteliği ile ideolojinin
doğasıyla ilgili iki teorik yanlışa dayanır. Feodal ekonominin niteliği
konusunda Nebez, toprağın modern öncesi zamanlarda Kürdistan’ın ağırlık olarak
tarımsal ekonomisinin temeli olduğunu inkar edemez. Toprak sahibi Kürt sınıfın
toprak iyeliğinden ve sahipliğinden kaynaklanan feodal ekonomik ilişkiler,
ekonomik olmayan bir biçim yani, toprak ağaları ile köylüler arasında
hukuksalsiyasal ve ideolojik egemenlik ve bağımlılık ilişkileri biçimini alan
artık elde etme ilişkilerinin temelini oluşturmaktaydı. Artık elde etme
ilişkilerinin ekonomik olmayan niteliği, feodal sömürünün gerçek ekonomik
doğasını gizler ve ikisinin birbirine karışmasına yol açar. Nebez, feodal
ekonomik ilişkileri, hukuksalsiyasal ve ideolojik varoluş koşullarıyla da
karıştırır; bu koşulları, sözde klasik sınıfının ana oluşturucu unsurlarından
biri olan Kürt toprak sahibi sınıfın payına ekonomik faaliyetin/temelin
yokluğunun nedeni sayar.
Dahası Nebez’e göre ideoloji modern bir görüngüdür, tarihsel
olarak kapitalizmle ve modernlikle bağlantılı sosyal sınıfların ve tabakaların
bir yüklemidir. Bu yüzden, Kürdistan’da bu koşulların yokluğu, yirminci
yüzyılın başından önceki milliyetçi Kürt siyasetinde siyasal ideolojinin
yokluğu olarak anlaşılır. Bu yanlış varsayım, Nebez’in modern öncesi toplumlarda
dinden, gelenekten, soydan ve akrabalıktan kaynaklanan ya da bunlarla
bağlantılı inanç ve değer sistemlerinin egemenlik ve bağımlılık ilişkilerinin
ve iktidarı meşrulaştırma mekanizmalarının inşasında önemli bir rol
oynadıklarını gözardı etmesine yol açar. Kesinlikle ideolojiktirler ve dört
başı mamur siyasal ideoloji işlevi görürler. Modern öncesi Kürt toplumu ve
siyaseti, istisna değildi.
Klasik sınıfın dinsel unsurlarının durumu da çok farklı
değildi. Ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda milliyetçi Kürt hareketlerindeki
dini liderlerin ezici çoğunluğu, özellikle yerleşik tarikatların önde gelen
şahsiyetleri, aynı zamanda aşiret reisleriydi: Şeyh Ubeydullah Nehri, Şeyh
Mahmud Barzenci, Şeyh Said Şemzini ve merhum Molla Mustafa Barzani, başlıca örneklerdir.
Sayısız taraftarları üzerindeki dini nüfuzları kopmaz bir biçimde aşiret
bağlarına ve toprak sahipliğine bağlıydı. Aslında toprak sahipliğinden az
olmamak üzere, klasik liderler ile çoğunlukla silahlı erkeklerden (ve geniş
ailelerinden) oluşan ve özellikle Kürdistan’ı yöneten devletlerle ilişkide
liderin siyasal gücünün ve askeri kuvvetinin ana gövdesini oluşturan uşakları
arasındaki dikey emir ve itaat yapısı içinde dinin ve soyun eklemlenmesi için
gerekli temeli sağlamaktaydı. Dahası pek çok örnekte en başta da, Nebez’e göre
son klasik lider Barzani örneğinde aşiret soyu, Kürdistan Demokrat Partisi gibi
örgütlenmelerin meydana getirdiği biçimsel emir ve itaat hiyerarşisini aşarak
siyasal otoritenin yapısını ve fiili güç örgütlenmesini tanımladı. Nebez’in
dinsel liderliğin ikinci kategorisini oluşturan sözde şeriat taraftarlarıyla
ilgili verdiği örnekler, onun iddiasını açıkça zayıflatır: Qazi Muhammed ve
Mamosta Hilmi, Kürt toprak sahipleri sınıfından gelmekteydi. Bu sav, geleneksel
liderliğin siyasal otoritesinin ve nüfuzunun, tarımsal toprak sahipliğinden
kaynaklandığı anlamında alınmamalıdır. Daha çok, bu liderliğin, dolaylı ya da
dolaysız toprakla bağlantılı maddi bir sınıfsal temele sahip olduğu; sınıf
ilişkilerinin özünde ekonomik doğasının, Kürdistan’da feodal toplumda
ekonomik olmayan otorite ve egemenliğe bir vurguyla bulanıklaştırılmaması
gerektiği anlamına gelir.
O halde, Nebez’in Kürt milliyetçiliği düşüncesi bakımından
bu savların imaları nelerdir? Birincisi, Kürt milliyetçiliğinin herşeyden önce
Nebez’in kendi terimleriyle bir ideoloji belirli sosyal, ekonomik ve siyasal
varoluş koşullarını varsayan tarihsel bir görüngü olduğu. İkincisi, , Nebez’in
Kürt milliyetçiliği seceresinde merkezi yer tutan feodal bir milliyetçilikte,
milliyetçi bir ideolojinin var ve etkili olması için gerekli belirli koşulların
karşılanamayacağı. Feodal milliyetçilik kavramı, ezelici bir Kürt ulusu ve
milliyetçiliği kavrayışına sözde nesnel bir tarihsel temel kazandırmaya yönelik
umutsuz, fakat kötü kavranmış bir girişimi gösteren tarihsel bir anomali ve
mantıksal bir paradokstur.
Bu ezelici Kürt ulusu kavrayışı, Nebez’in Kürt
milliyetçiliğinin gelişiminde modernliğin rolüyle ilgili değerlendirmesine de
egemendir. Nebez, bu gelişmede modernliğin dönüştürücü etkilerini inkar etmez;
fakat yüzyılın başında modernliğin Kürt toplumu üzerindeki etkisine işaret
ettiğinde, sadece Kürt milliyetçiliği üzerindeki olumsuz ve bozucu etkileri
belirtir. Nebez’e göre modernlik orijinal düşünceyi yaratmaz; daha çok,
ideolojik olmayan otantik Kürt milliyetçiliği kavrayışını sınıf temelli siyasal
bir ideolojiye dönüştürerek çarpıtır. Ondokuzuncu yüzyılın sonundan itibaren
yükselen Kürt küçük burjuvazisinin başlattığı ve yürüttüğü bu yapısal dönüşümün
de orijinal amacı çarpıtması, Nebez tarafından, yükselen Kürt küçük
burjuvazisinin Batılı değerleri, özellikle MarksizmLeninizmi desteklemesine
atfedilir (1984, s. 1789).
Ondokuzuncu yüzyılın son onyıllarında siyasal sahneye giren
geleneksel Kürt küçük burjuvazisi, daha sonra, 1918’de Kürdistan’ın ikinci
bölünmesinden sonra milliyetçi Kürt hareketinin sosyal yapısını oluşturdu. Bu
sınıfın siyasal üstünlüğü, diyor Nebez, Kürt burjuvazisinin siyasal ve ekonomik
geriliğinin doğrudan sonucuydu (1984, s. 161). Ne var ki, küçük burjuvazi, kendi
safları içinde inanılır siyasal liderlik üretebilecek özerk bir siyasal sınıf
değildi; popüler itibara ve desteğe sahip olmaya devam eden klasik sınıfın en
önde gelen unsurlarına liderliği bırakma dışında hiçbir şansı yoktu. Nebez Hiva
ile Komela’yı, Irak ve İran Kürdistan’ında sırasıyla 1939’da ve 1942’de kurulan
iki kent temelli modern siyasal örgütü örnek gösterir: her ikisinde de,
geleneksel küçük burjuvazi örgütlerinin liderliğini klasik sınıfın tanınan ve
saygı duyulan şahsiyetlerine teslim ettiler. Irak Kürdistan’ında Hiva’nın
kurucuları Mamosta Hilmi’yi tercih ederken, Komela’nın kurucuları, kuruluşundan
hemen sonra Qazi Muhammed’i örgütlerini yönetmeye davet ettiler. Her iki lider
de geleneksel ya da klasik sınıfın saflarından, yani geleneksel dini tabakadan
Nebez’in terimiyle şeriatın taraftarları arasından gelmeydi. Kendi toplulukları
içinde güçlü kent desteğine sahip, oldukça saygı duyulan şahsiyetlerdi.
Nebez, Marksizmden etkilenen Kürt küçük burjuvazisinin
minimalist amaçları savunduğunu ve liderlikte güçlü milliyetçi
klasik/geleneksel dini şahsiyetlerin varlığının Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Kürt hareketlerini radikalleşmesine yol açtığını iddia eder. Küçük burjuvazi
ekonomik olarak zayıf ve siyasal olarak klasik liderliğe bağımlı kaldığı
sürece, yani küçük burjuvazinin, dengeyi giderek onun lehine çeviren,
dolayısıyla klasik liderliğe bağımlılık konumundan 1960’larda Irak ve İran’daki
Kürt hareketlerinin liderliğini karakterize eden ittifak ve ortaklık konumuna
geçişi başlatan bir yeniden canlanma yaşadığı İkinci Dünya Savaşı’na kadar bu
eğilim devam etti. Mart 1975’te Irak Kürdistan’ındaki Kürt isyanının yenilgisi,
diyor Nebez, Kürt küçük burjuvazisinin, aynı yıl Kürdistan Yurtsever
Birliği’nin kurulmasıyla ifadesini bulan siyasal özerkliğini gösterir.
Nebez’e göre, modern Kürt siyasetinin tarihi, Kürt
milliyetçiliği düşüncesinin sürekli bozulmasının, sınıfsal özlemlerle, kişisel
çıkarlarla ve yabancı ideolojilerle kuşatılmasının ve dolayısıyla sahici bir
tarihsel ulusal talepten siyasal bir ideolojiye dönüşümünün tarihidir. Dahası,
milliyetçi Kürt siyasetini diğer Ortadoğu milliyetçi hareketlerinin
karakteristiği olan siyasal güç ve statü isteğine indirgeyen bu süreç, Kürt
ulusal kimliğini de etkili bir biçimde çarpıtır. Bu son sav özellikle fikir
vericidir ve Nebez’in söyleminin kalbindeki paradoksa işaret eder. Bir yanda
verili bir mutlak olarak bir Kürt kimliği fikri vardır. Asli olarak,
varoluşunun ve gerçekleşmesinin tarihsel koşulu olarak aşkın bir özgürlük
kavramıyla bağlantılıdır ve bu haliyle, ister ekonomik, ister siyasal, ister
ideolojik olsun dışsal belirlenimden kurtulur. Diğer yanda, bir Kürt
ulusdevletin kurulmasıyla gerçekleşmeye çalışan, çağdaş tarihin dinamiği, bir
Kürt milliyetçiliği düşüncesi vardır.
Nebez, iki sürecin ve amaçlarının temelde farklı olduğunu ve
bir Kürt ulusdevletin kurulmasının özgürlük idealinin gerçekleşmesine yol
açmayabileceğini açıkça belirtir. Fakat Kürt milliyetçiliğinin kökeni, yapısı
ve amaçlarını açıklamak için biraz ayrıntıya girince, özgürlük fikrinin
doğasını tanımlamak için hiçbir çaba göstermez. Bu mutlak idealin varoluş ve
gerçekleşme koşulları ki, görünürde Kürt ulusal kimliğinin varoluş ve
gerçekleşme koşullarıyla özdeştir Nebez’in söyleminde hiç belirtilmez. Somut
(zamansal) siyasal süreçleri ve pratikleri aşan bu soyut ideale bağlılığı, onun
güya sosyoekonomik ve siyasalideolojik farklılıkları umursamayan tarih üstü
Kürt kimliği kavramıyla bağdaşır. Her ikisi de, Kürt siyasetindeki somut
süreçleri ve pratikleri eleştirmek için etik ilkeler üretebilir ve aslında
üretir; fakat her ikisi de, onun Kürt milliyetçiliği düşüncesini belirli bir
tarihsel oluşumdan ya da somut siyasetten yoksun bırakır.
Milliyetçi Tarihsel Söylemin Oluşma Koşulları
Kürt tarihinin milliyetçi inşalarıyla ilgili bu inceleme,
sonunda, Kürt milliyetçiliğinin söylemsel oluşumuyla ilgili bir değerlendirmeye
götürür.
Milliyetçi Kürt tarihsel söylemi, Türkiye, İran ve Irak’ta
merkezi topraksal devletlerin ortaya çıkışını izleyen modernliğin bir
ürünüdür. Türkiye’de Kemalist devlet ve İran’da Pehlevi devleti şiddete dayanan
topraksal merkezileşme süreçlerini, anayasalarında zaten yazılı olan
hukuksalsiyasal popüler hükümranlık ilkesine başvurarak meşrulaştırdılar.
Her iki ülkedeki resmi söylem, birörnek (üniter) ve
bölünmez, dolayısıyla etnik farklılığı ve kültürel çoğulculuğu yadsıyan ulus ve
ulusal kimlik kavrayışlarının inşasını başlattı. Böylece etnik ve kültürel
farklılık yeni kimlik söyleminin hedefi haline geldi ve farklılığın yadsınması,
topraksal merkeziyetçilik siyasetinin temelini oluşturan askeri güçle
uygulandı.
Ne var ki, Kürtler hem topraksal merkeziyetçilik siyasetine
hem modernlik kültürüne direndiler. Türkiye’de Şeyh Sait hareketinin ve İran’da
Simko isyanının, nitelik ve amaç bakımından oldukça farklı olmalarına karşın,
resmi Kürt algılaması üzerinde benzer etkileri oldu. “Kürt aşiretçi ve ilkeldi,
geleneksel ve antimoderndi. O farklıydı ve bu farklılığın söylemsel ifadesi,
modern devletin ulusal egemenliğini ve topraksal bütünlüğünü ihlal etmekteydi”.
Kürt dilinin ve kültürünün bastırılması ve Kürt etnik kimliğinin inkarı, bu
nedenle, hükümranın birörnekliğini ve bölünmezliğini ileri süren söylemsel
ulusal kimlik stratejilerinin ayrılmaz bir paçasıydı. Bu yüzden, 1930’larda
Kemalist devletin Adalet Bakanı Esat Bozkurt, şunları söylüyordu:
Vekiliniz olarak, sanırım inançlarımı çekincesiz ifade
edebilirim: Türklerin bu ülkenin tek efendisi, tek hakimi olması gerektiğine
inanıyorum. Saf Türk olmayanların bu ülkede sadece bir tek hakları, uşak ve
köle olma hakları olabilir. (Milliyet, 6 Eylül 1930)15
Bu ötekiliği güçlendirmek için Kürt ve hükümran imgelerini
aşiretçi, uygarlaşmamış, modern karşıtı Kürt ile eğitimli, uygar ve modern
hükümran karşılaştırma yoluna gidildi. Konuşulan Kürtçe artık bir farklılık
dili değil, bir ötekilik karşıtlık ve muhalefet diliydi. Hem hükümranın
kimliğini, hem yeni düzenin meşruiyetini sorgulamaktaydı.
Kürt kimliğinin bastırılması, kısa tarihleri kapitalist
girişimlerle ya da liberal siyasal kültürle başlamayan yeni ulusdevletlerin
kendini tanımlamalarının asli özelliğiydi. Türkiye’de ve İran’da Kürt dilinin
bastırılması, Kürtlerin yazma alanından dışlanması anlamına gelmekteydi.
Kürdistan’da sivil toplumun ölmek üzere olduğunun, o zamana kadar özel alan ile
kamusal alan arasında dolayım kurmuş olan ve giderek büyüyen bir öznellik ve
anlamlandırma (farklılığı) alanının ortadan kayboluşunun işaretiydi. Sivil
toplumun bu şekilde ölümü, Kürtlerin öznelliğinin ve kimliğinin kamusal
ifadelerinin şiddetsiz olamayacağı demekti.
Irak’daki durum oldukça farkıydı. Osmanlı yönetiminin yerini
alan siyasal otorite, yerlilerin kimliğini tanımlayan rengarenk kültürel ve
etnik ilişkilere karşı sürdürmeye çalıştığı açık bir sömürgeci kimliğine sahip
yabancı bir otoriteydi.16 Yerlilerin etnik ve kültürel
çeşitliliğinin yasal kabulü, en azından aşiret topraklarında ve özellikle
Kürdistan’da, yöneticilerin sömürgeci kimliğini ve dolaylı yönetime ayarlı bir
iktidar yapısını sürdürmek için elzemdi. Bu yüzden Manda yönetiminin Arap
(Sunni) siyasal üstünlüğünü kabul etmesi, yönetsel ve kültürel Kürt özerkliğine
(Güney Kürdistan’da Şeyh Mahmud ayaklanmasıyla sonuçlanan) sadık kalmaya engel
değildi. Fakat pratikte bu tür bir sadakatin sonucu, Irak’taki ve bölgedeki güçler
dengesine bağlıydı: yani, bir yanda İngilizler, yönetici Arap hanedanlığı
ve geleneksel Kürt liderlik ile diğer yanda Kemalist rejimin ve (daha az ölçüde
olmak üzere) İran’daki Pehlevi devletinin baş aktör oldukları bölgesel güç ve
çıkar kümelenmesi arasındaki üçlü ilişkiye.
Şeyh Mahmud hareketinin ölümü ve Musul sorununun nihai
çözümü İngilizlerin Irak’taki etnik çeşitlilik ve kültürel çoğulculuğa yönelik
coşkularını ve hoşgörülerini zaten azaltmış olmasına karşın, 1933’te Manda
yönetiminin sona ermesine yol açan görüşmelerde yönetsel ve kültürel Kürt
özerkliği öne çıktı. Irak, Kürtlerin bölgesel özerkliğine saygı duymak ve
uygulamak koşuluyla Milletler Cemiyeti’ne kabul edildi. Fakat iç ve
uluslararası destek alabilecek etkili ve birleşik bir Kürt liderliğinin
yokluğu, Irak hükümetinin ayak sürümesini ve sonunda anlaşmadan caymasını
kolaylaştırdı.
Irak hükümeti, Manda kalktıktan sonra ilk kez Kürt
kimliğini açıkça sorgulamaya başladı. Daha önce hükümetin Kürt kimliğini
bastırmada gösterdiği tereddütlerinin arkasındaki neden devletin yapısal
zayıflığı, ulusal iç tutunum yoksunluğu ve Kürt aşiret liderlerinin nispi
gücüydü.17 Bu yüzden başlangıçta öne sürülen temel sav, ayrı
bir topluluk olarak Kürtlerin dilsel birliğiyle ilgiliydi; özel olarak Kürtçenin
heterojen (lehçeli) yapısı, farklı lehçelerin varlığı ve eşitsiz coğrafi
dağılımıyla ilgili sav, Kürtçenin Kürdistan’da eğitim ve yönetim dili olarak
kabulü yönündeki savunuyu zayıflatmak için beceriyle kullanıldı (Zeki 1935).
Kürtçe bu yüzden resmi bir statüye kavuşmamasına karşın, ulusal yönetim ve
eğitim aracı olarak kalan Arapçanın yanı sıra okullarda öğretildi. İki savaş
arası dönem, Türkiye’de Kurmanci edebiyat geleneğinin bastırılmasının yarattığı
boşluğu Sorani lehçesinin hızla doldurmasıyla birlikte, Kürtçe edebiyat
kültürünün eşi görülmemiş bir gelişimine tanık oldu. Bir yanda sömürge sonrası
devletin yapısal zayıflığı, diğer yanda Osmanlı yönetiminin son evresinde
yaratılan ve Manda yönetiminde de varlığını sürdüren sivil toplum nüveleri, Kürtçenin
varlığının sürdürüp gelişmesini olanaklı kılan bir alan açmıştı. Bu durumda
farklılık (etnik ve kültürel), geçici de olsa, Irak ulusal kimliğinin inşa
sürecinde varlığını sürdürmüştü. Bu nedenle, iki savaş arası dönemde Irak’ın
Kürtçe edebi ve tarihsel yazının tek yurdu haline gelmesi şaşırtıcı değildir.
Güney Kürdistan’ında Manda yönetimi altında başlayan
milliyetçi tarihsel yazım, Kürt siyasetinde ve kültüründe, laik görüşlü, küçük,
fakat oldukça iç tutunumlu bir entelejensiyanın Osmanlı İmparatorluğu’nun son
evresinde başlattığı daha önceki modernist eğilimin bir devamıydı. Zamanın
egemen siyasal ve ideolojik akımlarına derinlemesine dalan Kürt entelejensiya
Osmanlı evrenselciliğini kalbinde yaşatmakta ve millet sisteminin dağılmasının
ardından siyasal toplum içindeki statüsünü yeniden tanımlamaya çalışmaktaydı.
İçerden ve dışardan çatırdayan devletin içinde, Kürtçe ve Türkçe yazmaktaydılar
ve eserleri, kültürel bir milliyetçilik kavrayışını gerektirmekteydi. Kürt
ulusu fikri, genellikle, sınırları onu komşularından ayırt eden bir dizi nesnel
karakteristikle belirlenen etnik bir topluluğu göstermekteydi. Bu farklılıklar,
uzun ve zahmetli bir evrimin seyri içinde temelde değişmeden kalan bir kimliğin
unsurlarını oluşturmaktaydı. Kürt etnisitesi bu gazeteciler ve siyasal
denemeciler için ulusal kimliğin temelini oluşturmasına karşın, yine de komşu
halklarla etnik farklılıkları mutlaklaştırmaktan uzak durdular ve yazıları,
etnik klişeleri barındırmamaktaydı; dil ve kültür, Kürt cemaatinin içinde ve
dışında olmanın merkezi faktörleri olarak kalır ve cemaatin sınırlarını tayin
eder. Bu şekilde algılanan Kürt ulusu, bu bağlamda, demokratik teoriyle
bağlantılı kendi kaderini tayin kavramından farklı olan özyönetimle sonuçlanan
tarihsel bir sürecin öznesiydi. Kürtlerin kendi ayrı etnik kimliklerini ve
varoluş tarzlarını bireysel ve topluluk olarak koruma haklarına işaret eder.
Hükümranlık talebi, Türk milliyetçiliğinin yükselişinden ve daha sonra
siyasal alanın ve kültürel mekanın Türkleştirilmesinden önce, büyük ölçüde
marjinal kaldı.
Çoğunlukla geleneksel sosyal geçmişleri bulunan bu küçük
Kürt entelijensiya takımı, ondokuzuncu yüzyılın sonunda ve yirminci yüzyılın
başında Osmanlı devletinin ve toplumunun modernleşmesinin bir ürünüydü.
Başlangıçta güçlerini reformist hareketle birleştirmiş ve 1908 devrimine yol
açan olaylarda ve daha sonra İttihat ve Terakki Komitesi’nin oluşumunda önemli
bir rol oynamıştılar. Fakat etnik farklılıkların ve kültürel hakların
tanınmasına yönelik mücadeleleri, bir yanda iç uyumsuzluk, diğer yanda Osmanlı
siyasetinin evrenselci etosunu etnik (Türk) temelde yeniden tanımlamaya çalışan
egemen askerisiyasal bir elit tarafından boğulmuştu. Daha sonra Kemalist
devletin etosunu oluşturan Türk milliyetçiliği, Kürt siyasetinde ve kültüründe
yeni doğmuş olan bu modernist eğilimi marjinalleştirdi ve böylece geleneksel
liderliğin, kültürel ya da siyasal Kürt hakları uğruna mücadeleleri Osmanlı
yönetimi altındaki ayrıcalıklarını konumlarını yeniden elde etme çabalarından
ayrı olmayan dinsel ve aşiretsel elitin üstünlüğünü güvenceye aldı. Açıkça
dinsel bakışlı bu geleneksel elitin Kürt siyasetine egemenliği, Kemalist
devletin topraksal merkeziyetçiliğe Kürt muhalefetini tutucu ve gerici,
modernliği ve laikliği yok etmeye azimli geriye bakışçı bir eğilim olarak
sunmasını olanaklı kıldı.
Güney Kürdistan’ındaki modernist entelejensiya ve 1919’da
Türkiye’de Kürtçenin yasaklanmasını izleyen yeni yazılı kültürü de, güçlerini
ve nüfuzlarını ezeli sadakatlere, aşiret bağlarına ve dini (sufi) tarikatlara
dayanan geleneksel güç yapılarından alan geleneksel liderliğe teslim oldu.
Manda yönetimi, dolaylı yönetime ayarlı sömürgeci güç yapıları içinde
birleştirmek için aşiretsel ve dinsel liderleri destekleyerek bu eğilimi aktif
bir biçimde teşvik etti. Aşiret liderlerine maddi ödüller para, vergi
indirimleri ve silah verildi ve 1886’dan beri aşiretsel toprak sahipliğinin
hukuksalsiyasal temelini tanımlayan, büyük toprak parçalarının Haşimi
yönetimine destek sözü veren aşiret liderleri adına tescil edilmesini sağlayan
Osmanlı tapuları kabul edildi. Geleneksel liderliğin otoritesi, üyelerinin üçte
birini (99 üyenin 34’ü) oluşturduğu Irak parlamentosuna seçildi (Batatu 1978,
s. 95).
Böylece İngiliz Mandası, ondokuzuncu yüzyılın sonundan beri
işlemekte olan aşiretlerin dağılma sürecini tersine çevirerek Irak
Kürdistan’ındaki geleneksel güç yapısını aktif bir şekilde güçlendirdi. Dolaylı
sömürge yönetiminin temelini atan bir “yeniden aşiretleştirme” politikası
izledi. Süleymaniye’deki İngiliz subayın sözleriyle:
Bir aşiret mensubu etiketi yapıştırılabilen her kes, bir
aşiret liderinin yönetimine verildi; … küçük köy reisleri su yüzüne çıkarıldı
ve çoktan ölmüş aşiretlerin liderleri olarak keşfedildiler; dağılmış ikinci
derecede klanlara, bir zamanlar aşiret oldukları hatırlatıldı ve birleşmeleri söylendi
(Batatu 1978, s. 94).
1918’de İngilizler tarafından çıkarılan Aşiret
Anlaşmazlıkları Yönetmeliği, 1925’te, aşiret topraklarını ulusal hukuk
alanından çıkaran monarşi anayasasına yazıldı (madde 113, 114). Daha sonra
aşiret alanlarında düzenin korunması ve zabıta işinin yanı sıra sivil ve mali
yönetim aşiret liderlerinin eline verildi (Sluglett 1976; Batatu 1993, s. 571).
Batatu, bu yeniden aşiretleştirme sürecini yerinde bir ifadeyle “tarihin
tersine çevrilmesi” olarak tarif eder (1978, s. 78). Çoğunlukla içiçe geçmiş
olan aşiret reislerinin dini tarikat liderlerinin (ağalar ve şeyhler) üstün
otoritesi, bu yüzden hem sömürge yönetiminde, hem dolaysız ardılı Haşimi
monarşisinde varlığını sürdürdü.
Yeni doğmuş olan Kürt entelejensiyası, geleneksel liderliğin
artan egemenliğini pek memnuniyetle karşılamadı; fakat, sömürgeci devletin
kurumsal yapısıyla büyük ölçüde bütünleşmiş ve bu yapının yönetsel ve kültürel
süreçleriyle ve pratikleriyle özdeşleşmişti. Sayısal olarak da küçüktü, nüfuz
ve taraftar bakımından zayıftı. Tarihsel olarak Kürt kent merkezlerindeki
siyasal yaşamın ana hatlarını belirleyen kırsal alanda geleneksel liderliğin
gücüne meydan okuyamazdı ya da bu gücü püskürtemezdi. Irak devletine ve
sömürgesel efendisi geleneksel liderliğe karşı yükselen Arap milliyetçiliği
dalgasıyla da güçlerini birleştiremezdi. Bu koşullar, geleneksel liderliğin
kemikleşmiş otoritesine karşı tereddütlü, ihtiyatlı ve sonunda kaybettiği
savaşlarına yansıdı. Modern parti örgütlenmesi, aşiretsel ve dinsel liderliğin
otoritesine karşı modern entelejensiyanın sallantılı konumunu iyileştirmesine
karşın, kültürel alan bu entelejensiyanın tek gerçek alanı ve sığınma yeri
olarak kaldı.
İşte bu koşullar altında modernist entelejensiye, bir yanda
yazılı basının yangınlaşmasıyla, diğer yanda evrensel eğitimin gelişiyle
desteklenen yeni yazılı kültürün yazarı haline geldi. Yazılı edebiyat
kültürünün yükselişi ve kültürel üretimde ve ifadede, bu dönemde Kürt
toplumunun belirgin bir özelliği olan sözlü geleneğin gerilemesi de, kültürel
alanda modernliğin tedrici yükselişinin işaretiydi. Yazı ile modernlik
arasındaki can alıcı bağ, Irak Kürdistan’ında ortaya çıkan yazılı kültürün var
olmasını ve gelişmesini olanaklı kılan kamusal alandan güçlükle çıktı. Bu
kültürün yazarı modernist entelejensiya, benzer bir biçimde, Irak’ta ortaya
çıkan sivil toplumun direngenliğine dayanmaktaydı.
Sonuç
Bu deneme, Kürt ulusal kimliğinin yanılgıya yer bırakmayacak
ölçüde modern olduğunu ileri sürdü. Genesisi, bu yüzyılın ilk onyıllarında
ortaya çıkan Türk, Pers ve Arap kimliklerle ben ve öteki ilişkisidir. Bu
genesis, birörnek bir kökeni göstermez; içerde ve dışarıda siyaset ve kültür
olarak öbeklenen yeni bir kimliğe, bir başlangıca işaret eder. Asla sabit ya da
istikrarlı olmayan bölünmüş ben ve öteki ilişkisi, tanıma/inkar,
isyan/bastırmanın her anında hep vardır; sürekli yeni bir farklılıklar ve
anlamlandırmalar sistemine kazınır ve yeniden kazınır.
Bu kimlik ve farklılık paradoksu, Kürt milliyetçi söylemin
oluşum koşullarını tanımlar. Kürt ulusu ve ulusal kimliği kavramları, Birinci
Dünya Savaşı’nın sonundan ve bunun sonucunda Kürdistan’ın paylaşılmasından beri
Türkiye, İran ve Irak’ta modern ulusdevletin oluşması ve pekişmesiyle ilgili
yapısal süreçlere eşlik eden söylemsel ulusal kimlik inşalarına belirli
tepkilerdir. Kürt kimliğinin inkarı ve Kürdistan’da sivil toplumun yok
edilmesi, bu çok etnisiteli ulusdevletlerde birörnek bir ulusal kimlik inşa
etmenin zorunlu koşullarıydı. Bu durum, Kürt milliyetçiliğini Avrupa’daki
klasik milliyetçilikten ayırarak ona özgül bir nitelik kazandırır. Zira,
Avrupa’daki klasik milliyetçilik modernlikle başladığı ve modern ulusdevletin
ve sonunda demokratik vatandaşlık ve sivil toplumun ortaya çıkışını gösteren
tarihsel süreçler ve pratikler eşlik ettiği halde, Kürt kimliğinin inkarına
tepki olarak ortaya çıkan Kürt milliyetçiliği ise, aksine, Kürdistan’da sivil
toplulun ve demokratik vatandaşlığın bastırılmasına dayanır. Modernlik
koşulunun bastırılmasından beslenen modern bir siyasettir: etnik/ulusal
asimilasyon siyasetine özgü bir paradoks. Bu durum, Kürt milliyetçiliğinin
söylemsel temelini ve çağdaş Ortadoğu’daki siyasal gelişimini tanımlar.
Çeviren: Ahmet Fethi
REFERANSLAR
Anderson, Benedict. 1983. Imagined Communities. Londra:
Verso.
Batatu, Hanna. 1978. The Old Social Classes and the
Revolutionary Movements of Iraq. Princeton: Princeton University Press.
1993 “Of the Diversity of Iraqis, the Incohesiveness of
Their Society, and Their Progress in the Monarchic Period toward a Consolidated
Political Structure,” Hourani, A; Khoury, P; Wilson, M. (ed), The Modern Middle
East: A Reader. Londra içinde.
Bhaba, Homi (ed.). 1990. Nation and Narration. Londra:
Routledge.
Calhoun, G. 1994. Social Theory and the Politics of
Identity. Oxford: Blackwell.
Chaliand, G. (ed.). 1980. People without a Country: the
Murds and Kurdistan. Londra.
Connoly, W. E. 1991. Identity and Difference: Democratic
Negotiation of a Political Paradox. Ithaca: Cornell University Press.
Derrida, Jacques. 1970. Of Grammatology. Baltimore: Johns
Hopkins University Press.
Gellner, Ernest. 1964. Thought and Change. Londra.
1998. Nations and Nationalisms. Cambridge: Cambridge
University Press.
1998. Culture, Identity and Politics. Cambridge: Cambridge
University Press.
Hirst, P. Q. 1979. “The Necessity of Theory,” Economy and
Society, cilt 7.
Hobsbawm, Eric. 1992. Nations and Nationalisms since 1780.
Cambridge: Cambridge University Press.
Kohn, Hans. 1946. The Idea of Nationalism. Londra.
Laclau, E. (ed.). 1994. The Making of Political Identities.
Londra: Verso (Siyasal Kimliklerin Oluşumu, İstanbul: Sarmal).
LeviStrauss, Claude. 1976. “Structure, Sign, and Play,”
Writing and Difference. Londra içinde.
Nairn, Tom. 1981. The Break up of Britain. Londra: New Left
Books.
Renan, Ernest. 1882. “What Is a Nation?” Bhabha (ed.). 1990
içinde.
SeatonWatson, Hugh. 1977. Nations and State. Londra.
Shakely, Farhad. 1983. Kurdish Nationalism in Mem û Zîn of
Ehmadi Khani. Londra.
Slughett, Peter. 1976. Britain in Iraq 19141932. Londra.
Turner, B. S. (ed.). 1994. Citizenship and Social Theory.
Londra: Sage Publications.
Vali, Abbas. 1993. PreCapitalist Iran: A Theoretical
History. Londra.
Young, R. 1993. White Mythologies: Writing and History in
the West. Londra.
1) Renan’ın saptaması, 1882’de yazılan klasiği “What Is a
Nation”da bulunabilir. Yakın zamanda yapılan bir çevirisi için bkz. Homi Bhabha
(1990).
2) En etkili olanları: Anderson (1983), Gellner (1992),
Hobsbawm (1992), Nairn (1981).
3) Bu konuyu, PreCapitalist Iran: A Theoretical History
(1993) adlı çalışmamda daha ayrıntılı tartıştım; bkz. Önsöz. Ayrıca bkz. Hirst
(1979); Young (1993), özellikle Önsöz ve Bölüm 1.
4) Bu denemede kullanılan ampirisizm kavrayışı için bkz.
Vali, age. Olguda var olduğu şekliyle, verili ve aleni gerçekle bilgiyi
yözdeşleştiren değişik teorik ve felsefi geleneklerin ortak sonuçlarına işaret
eder. Milliyetçi tarihsel söylemin inşacı eleştirilerinde bu varsayımların
merkeziliği, özcülük karşıtlığını gerçeğin metafiziğine ”var olduğu şekliyle”
“varlık”ın metafiziğine indirger.
5) Gellner, ulus ve milliyetçilik üzerine uzun yazılar
yazmıştır. Nations and Nationalism’ine (1988) ek olarak bkz. özellikle Thought
and Change (1964); Culture, Identity and Politics (1989). Bu denemedeki
referanslar, Gellner (1988)’edir.
6) Hans Kohn, çığır açıcı eseri The Idea of Nationalism’de
(1946) bu can alıcı noktaya değinen ilk kişiydi.
7) Tarihsiz/özcülük ile bir var olma felsefesi olarak
ampirisizm arasındaki asli ilişki için bkz. Derrida (1970, 1976).
8) Hugh SetonWatson, milliyetçilik üzerine daha önceki bir
yorumda, popüler hükümranlık öğretisini milliyetçi söylemin özü ve temeli
olarak ele alır. Milliyetçi ideoloji, diyor, bu öğretinin ulusa uygulanmasını
haklılaştıran retoriktir. SetonWatson, milliyetçi ideoloji ile demokratik
öğreti arasındaki muğlak ilişkiyi, geçerken belirtir ve milliyetçi ideolojinin
arkaik doğası ve irrasyonel niteliği bundan sorumlu tutulur. Bkz. Nations and
the State (1977). Diğer yanda Hobsbawm, miliyetçilik ile demokratik teorinin
kaynaşmasının tarihsel bir anlatımını vererek, bu ilişkiyi biraz daha ayrıntılı
araştırır. Tarihsel anlatısı, popüler hükümranlık öğretisinin muğlaklıklarına
işaret etmesine karşın, bunlar, milliyetçi söylemdeki “yorumuna” atfedilirler;
bu muğlaklıkların suçlusu, teorinin kavramsal yapısından ziyade “siyaset”tir
(1992).
9) Çağdaş siyasi ve sosyal teorisyenler demokratik teorinin
indirgemeci niteliğini özellikle cinsel, etnik ve ırksal farklılıkları
yadsıması bakımından belirtirler. Örneğin bkz. Turner (1994); Connoly (1991);
Calhoun (1994).
10) Zeki’nin yaşamının sonuna kadar doğru dürüst Arapça
konuşamadığı söylenir: Kürtçe ve Osmanlıca onun ana dili olarak kaldı.
11) Onun kuşağından pek çok eğitimli Kürt gibi, Zeki’nin
siyasal düşüncesinin oluşumunda da Türk milliyetçiliği egemen ideolojik etki
olmasına karşın, Ermeni milliyetçiliğine aşinaydı ve Osmanlı toplumunda dinamik
bir siyasal eğilim olarak Ermeni milliyetçiliğinden de etkilenmişti.
12) Bu konuyu PreCapitalist Iran’da daha ayrıntılı
tartıştım; bkz. özellikle bölüm 5.
13) Nebez burada, resmi Sovyet çizgisini izleyerek modern
Kürt milliyetçiliğini, ondokuzuncu ve erken yirminci yüzyıllarda bir Kürt
ulusal burjuvazisinin doğuşuna bağlayan Sovyet eğitimli Kürt tarihçilerle
tartışır. O zamanın Kürt toplumunda, tutarlı bir milliyetçi söylemle popüler
demokratik talepleri ve çelişkileri eklemleyip temsil edebilen özerk bir
burjuvazinin var olduğuna dair Marksist Sovyet görüşü, en hafif deyimle
temelsizdir. Yine de Sovyet Marksizmi, özellikle Irak’ta 1960’larda ve 1970’lerde
ve Bağdat’taki Kürt Akademisi çerçevesinde, Kürt tarihsel ve edebi söyleminin
gelişimi üzerinde güçlü bir etkide bulunduğunu kanıtladı. Kürt tarih
yazımındaki bu eğilimin en iyi örneği, Kürt toplumunda üretken güçlerin
gelişimine dayandırılan bir Kürt tarihi görüşü öneren Kemal Mazhar Ahmed’in
eserleridir; bu, tarihsel sürecin zengin karmaşıklıklarını düz doğrusal bir
ilerlemeye indirgeyerek tarihsel sürece rasyonellik ve mantık kazandıran
Ahmed’in tarihsel anlatısının prima causa’sıdır. Ahmed’in tarihsel anlatısı,
karakteristik olarak SovyetMarksisttir: teorik savı gerektiren, fakat bunu
kanıtlayamayan yoksul bir mekanik nedensellikle damgalıdır. Teorik olarak
kısırdır.
14) Mem û Zîn değerlendirmesi ve Xani’yi onyedinci yüzyıl
Kürt milliyetçisi olarak nitelemesi de dahil, Nebez’in eseri (başlangıçta
Uppsala Üniversitesi’nde verilen bir dizi konferanstan oluşan ve bu nedenle
1984’te yayınlanmadan önce yaygın bir biçimde bilinen eseri), kusurlu mantığına
ve tutarsız savına rağmen, özellikle diasporadaki Kürt çalışmalarında etlili
olmuştur. Bu konuda Shakely (1983) iyi bir örnektir. Shakely, Nebez’in
savlarını basitçe tekrarlar ve daha ayrıntılı bir anlatıyla da olsa,
tutarsızlıklarını vurgular; kötü İngilizcesi, düzensiz sözdizimi ve korkunç
ifadeleri, zaten aleni olan kusurları daha da şiddetlendirir. Bkz. age., s. 6.
15) Aktaran Kendal Nezan, Chaliand (1980) içinde, s. 6566.
16) Hanna Batatu (1978), ayrıca bkz. Hourani, Khoury ve
Wilson (1993) içindeki makalesi; Slughett (1976).
17) 1933 tarihli Faysal Bildirgesi, bu yapısal zayıflığı,
ulusal iç tutumun yoksunluğunu ve birörnek bir Irak ulusu yaratmanın stratejik
zorunluluğu kabul eder; Batatu (1993), s. 512.