Cinler, Devler ve Siyaset: Feridun Bey’in Han Abdal hikâyesi*


YAVUZ AYKAN
Sokollu Mehmed Paşa’nın sır kâtibi Feridun Bey, 1566-1568 yıllarının tarihini anlattığı Nüzhet-i esrâr adlı eserinde, Kürt beylerinden Han Abdal’ın işlediği bir cinayetin öyküsünün ayrıntılarına iner.(1) Feridun’un Nüzhet’i bu sarsıcı olayı anlatan tek kaynak değildir. Mesele öylesine ses getirmiştir ki, dönemin Habsburg ve Venedik elçileri dahi diplomatik raporlarında bu konuya yer vermeden edememişlerdir.(2) Bu yazıda, Han Abdal’ın işlediği bu cinayetin ayrıntılarına yer verilirken, 16. yüzyıl Osmanlı ve Kürdistan’ında siyasetin efsane, Sünni İslam ve gerçek üçgeninde bir yerlerde kurulma biçimlerine bakılacaktır. Feridun Bey’in aktardığı öykü Bitlis hâkimi Şerefhan’ın kendi yorumu ile de karşılaştırılacaktır. Bu tarz mukayeseli bir arkeolojinin Osmanlı Kürdistanı’nın siyasal dinamiklerini anlamak açısından anahtar olduğunu düşünüyorum. 


Cinayet    
Hikâyemiz şöyle başlar: Feridun’un anlattıklarına göre Diyâr-ı Kürdistan’ın Cizre hükümeti hâkimi olan Bedir Bey yiğitliği ve Sünni Müslümanlığı ile ün salmıştır. Bedir’in aşiretinden olup akrabası olan Han Abdal ise, Bedir’in hükümranlığının altında hareket eden ancak yine de, Feridun tarafından açıkça belirtilmemiş olsa da, mansıb sahibi bir hâkimdir. Fakat Bedir’in Osmanlı nezdindeki siyasal karizmasına eşit bir nüfuza sahip olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Olaylar Han Abdal’ın politik hırsları ve Bedir’in hükümet ettiği Cizre bölgesinden kendi payına düşen iktidar ile yetinmeyip, daha fazla toprak ve siyasal nüfuz talep etmesiyle başlar. II. Selim’in tahta daha yeni geçmiş olması, Cizre üzerinde talep ettiği topraklara dair padişah beratını alabilmesi için Abdal’a mükemmel bir fırsat sunmuştur. Han Abdal, Edirne’ye giderek Osmanlı nezdinde Bedir’in kuyusunu kazmayı kafasına koyar. Öyle ki, zorunlu olarak katılması gerektiği Osmanlı’nın 1567 tarihindeki Basra Seferi’ne bile gitmemiştir.
Kürt Beyleri’nin siyasal imtiyazlar edinirken, belirli bir kesiminin sefer sırasında orduya askerleri ile katılmaları zorunluluğu göz önünde bulundurulursa, Abdal’ın yaptığının bu açıdan bile Osmanlı nezdinde hoş görülemeyeceğini söyleyebiliriz. Bu nedenle Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa’nın makamına çağırılması gecikmez. Sokollu Abdal’ı uyarır, ve Cizre hâkimliğini kendisine ancak Bedir’in ölümünden sonra verebileceklerini bildirir.
Bu aşamadan sonra olaylar sarpa sarmaya başlar. Her şeyden önce Abdal Sokollu’nun uyarılarını din­lemez; Basra Se­feri’ne katılmamakta ısrar eder. Ancak Sokollu, çavuşbaşı Muhammed Ağa’dan Abdal’ın peşine düşüp kendisini adamlarıyla beraber Divân’a tekrar getirmesini buyurur. Sokollu’nun Muhammed Ağa’yı bu görev için seçmesindeki önemli bir neden Muhammed Ağa ve Han Abdal’ın dost olmalarıdır. Feridun anlatısında Abdal ve Muhammed’in arasından su sızmadığının altını birkaç defa çizer. Muhammed, kendi adamlarıyla beraber Abdal’a ve maiyyetine Edirne’deki ünlü Üç Şerefeli Cami’nin civarında rastlar. İki tarafın karşılaşmasından sonra çavuşbaşı, Abdal’ı konuşmak üzere cami içerisine davet eder. Hırsına yenilen Abdal, kendini Sadrazam’ın İkindi Divânı’na götürmek isteyen çavuşbaşını, 26 Ocak 1568 tarihinde, Üç Şerefeli Cami’nin içinde, yanındaki adamlara başından hançerletir. Habsburg elçisi Verantius’un anlattıklarına bakacak olursak, Muhammed Ağa’nın yanındaki iki çavuş da öldürülmüştür. Olay gerçek anlamda siyasal bir skandal yaratır. Rivayete göre Han Abdal ve yanındaki 20 kadar adam siyaseten katledilirken, bir kısmı de kürek cezasına çarptırılır.(3)
Feridun Bey bu iki hısmın hikâyesini gayet yanlı sunarken, Osmanlı’nın ‘sadık Kürt’ ve ‘vahşi Kürt’ algılarının ikircikliğine dair bir resim çizer. Anlatıya bakıldığında, Sokollu Mehmed Paşa’ya göre; Bedir, Osmanlı’ya olan yararı ile ün salmış, devlet kapısına sadakatte kusur etmemiş ve yaşı itibariyle de saygıyı hak eden bir kimsedir. Abdal ise dağlı olup, insandan cok İran mitolojisinde kötülüğü temsil eden cin ve dev cinsine yakın bir insandır. Dahası, Han Abdal gibi itaatsizler söz konusu olduğu zaman, kavimleri olan Kürtler tâife-i fesad ve kavm-i bed nihad dır.
Aslında bu üslûp tarihsel açıdan çok şaşırtıcı değildir. Zirâ, eşkıyalık ve Osmanlı düzeninden sapma durumlarında Kürtler’in yerleşik iktidarın meşru olan ve olmayanı tasnif ettiği dilinin içerisine bu şekilde yerleştirilmeleri âdettendir. Hikâyede asıl ilginç olan; Abdal’ın ihtirâsı bağlamında, Kürtler için günümüzde dahi Newroz mitolojisini kuran kötücül figür zâlim Dehhak’ın bir Osmanlı bürokratı olan Feridun Bey’in kaleminden kağıda dökülmesidir. Ancak Feridun Bey’in hikâyesinde Kürtler açısından (günümüzde dahi) mitolojinin merkezinde yer alan kahraman ve Newroz’a giden yoldaki isyanın öncüsü Demirci Kawa’ya hiç değinilmez. Dahası, Semitik öğeler hikâyenin ana damarını belirlemeye başlarken, İranî temalar öykünün metin altına itilir. Aşağıdaki satırlarda göreceğiniz üzere anlatıdaki bu kaymanın merkezinde iki siyasal neden bulunmaktadır: Sünni İslam ve meşruiyet sorunu.

Etimolojik Bir Cambazlık
Feridun’dan anladığımız kadarıyla Kürtler’in nesebinin başlangıcında sorun vardır. Memlük dönemi tarihçisi Ahmed el-Makrizi’nin (ö. 1442) Tarihü’l-Hıtât’ından alıntı yaptığını iddia eden Feridun’a göre, Kürtlerin kökeni meselesi şöyle rivayet olunur: Zalim hükümdar Dehhak yılanlarını her gün iki insanın beyni ile beslemek için vezirlerinden birini görevlendirir. Ancak, merhametli olan bu vezir her defasında bir insan beynini yılanlara verirken, diğer kurbanı gizlice kurtarıp cinlerin ve devlerin yaşadığı Istahar dağlarında saklar. Feridun’un hikâyesinin İranî motifleri burada Sâmi motiflerle karışmaya başlar; zirâ Süleyman Peygamber sahneye girer. Anlatının giriftliği bir yana, Süleyman Peygamber’in burada devreye girmesi tek tanrılı dinlerin bir izleği olması açısından önemlidir.4 Dahası 16. yüzyıl Osmanlı’nın Sünni siyaseti bağlamından bakacak olursak, Süleyman peygamber figürünün burada Sünni İslam’a ve onun şahsında devlet iktidarının cisimleşmesine gönderme yapması açısından da can alıcıdır.
Allah, Hz. Süleyman’ın elinden peygamberlik ve hükümranlık mührünü aldığı vakit(5), o da devlerin ve cinlerin hakim olduğu, yukarıda bahsi geçen Istahar dağları civârına yönelir. Burada inzivâda iken Allah’tan tekrar bağışlanmasını ister ve duaları kabul olunur. Anlatının bu noktası, Feridun’un Kürtlerin kökenini âdeta etimolojik bir cambazlıkla nasıl kurduğunu gözler önüne seriyor. Süleyman Peygamber memleketine geri döndüğünde nikâhlı kadınlarının ve de cariyelerinin bir kısmı, kendi yokluğu sırasında doğru yoldan sapmışlardır. Hz. Süleyman bu kadınları hareminden kovarken, Arapça “etrûduhun ile’l-cibâl der. Feridun Bey burada, Arapça’da Kürd kelimesinin çoğul hâli olan Ekrad ile, sürmek/kovmak anlamına gelen “tarad/درط” fiilinin ikinci çoğul şahıs çekimi “etrûduhun” arasindaki ses benzerliğinden faydalanarak bir kelime oyunu yapar. “Bunları dağlara sürün/kovun” diye Türkçe’ye çevirebileceğimiz yukarıdaki Arapça ifade gerçekleşir ve kadınlar kendilerini Istahar Dağları’nda bulurlar. Bu kadınlar Istahar’a vardıklarında Dehhak’ın veziri tarafından kurtarılmış olan ve yine Istahar’a saklanan erkekler çoktan vahşileşmiştir. Feridun’un ifâdesiyle söyleyecek olursak, bu iki tâifenin “ ‘çiftleşmesinden’ tenâsül eden nev’-i insana Kürd denir.” Hatta Feridun büyük ihtimalle Yezidilerin de bu insanlardan türediğini söylemeden edemez.
Bu noktada Han Abdal’ın hikâyesine tekrar geri dönelim. Osmanlı gözünde meşru olan Bedir ile akraba olmasına rağmen, Abdal’ın siyasal taleplerinin gayri meşruluğu onun nesebini Istaharlılara yaklaştırmıştır. Istahar, İslam dışı bir coğrafya olduğu kadar aynı zamanda devlerin, cinlerin ve sürgün yemiş insanların nikahsız ürediği hayâli bir mekândır. Oysa Bedir Osmanlı’nın takdirini ve himâyesini hak eden örnek bir Sünni Müslümandır. Kürtler ve Osmanlı arasında cereyan eden siyasal gerilimler söz konusu olduğunda, Feridun’un anlatısındaki bu ikiliğin Kürt ve Osmanlı ilişkilerini kuran öğelerin en önemlilerinden biri olduğunu biliyoruz. Bu tarz bir meşruiyet krizine Şerefnâme’nin ünlü yazarı ve Bitlis prensi Şerefhan tarih yazımsal bir cevap verecek ancak onun anlatısı da Sünni bir damardan beslenecekti. Fakat şimdilik Han Abdal hikâyesinin arka planına bir göz atalım.  

Hâdisenin Kökenleri
Feridun Bey’in mücmel tasvirine karşılık Şerefnâme’nin yazarı Şerefhan Bidlisî, Han Abdal öyküsünü anlatmadan önce bir kuşak geriye gider. Dönem, Kanuni Sultan Süleyman dönemi, Sadrazam ise Rüstem Paşa’dır(1500-1561). Anlatının merkezinde Bedir Bey ve kardeşi Nâsır Bey vardır; sonradan Nâsır’ın oğlu olduğunu öğreneceğimiz Han Abdal ise ortada yoktur.
Bedir Bey hem altmış seneden fazla sürecek olan Cizre hâkimliğini hem de Osmanlı nezdindeki siyâsal karizmasını Kanuni Sultan Süleyman döneminde Bağdad ve Tebriz seferlerinde İmparatorluğa gösterdiği sadâkate borçludur.(6) Kürt beylerinin Osmanlı sarayı ile kurduğu yakın ilişkilerin sebeplerinin, siyasal güç kazanmanın yanısıra sembolik bir karizma edinme hırsına da tekabül ettiğini belirtmek gerekiyor. Bedir Bey bu hırs sebebiyle, Sultan’ın ve dönemin sadrazamı Rüstem Paşa’nın (1500-1561)  lütuflarını ard arda yaşanan iki olay üzerine kaybeder. İlki, Kanuni’nin Kürt Beyleri’ni Divan’a kabul ettiği sırada yaşanan bir protokol skandalıyla ilgilidir. Sultanın elini ilk Amediye Hâkimi Hüseyin Bey’e öptürmesi, Bedir Bey’i çileden çıkarmış ve Kanuni’nin elini öpmeden Divan’ı terk etmiştir. İkinci olay Zeynel Bey adlı bir Kürt beyinin, Rüstem Paşa’nın da desteğiyle Hakkari hakimiyetinin beratını saraydan alıp geri dönmesi sırasında yaşanır. Bedir Bey, Zeynel’in yoluna bazı eşkiyaları çıkarır. Bohtilerden oluşan bu adamlar Zeynel’i yaralayıp, yanındaki adamlarını da öldürürler.(7)
Bu iki olay saray nezdinde yeteri kadar rahatsızlık yaratmıştır. Rüstem Paşa, Bedir’e karşılık kardeşi Nâsır Bey’i Cizre Hâkimliği için destekler. Nâsır Bey’in Osmanlı sarayı ile yakın bir ilişki kurmasını sağlayan kişi Rojki aşiretinden Derviş Mahmud adlı bir şahıstır. İdris-i Bidlisi’den şiir ve güzel yazı dersleri almış olan Mahmud, Sadrazam Rüstem Paşa ile de yakın ilişki içerisindedir.(8) Böylece Nâsır Bedir’in yerini alır. Bedir Bey ise Sincar’a gider ve iki yıl sonra geri döndüğünde Kanuni’nin huzuruna tekrar çıkar. Anlatının burasında Şerefhan, Cizre hükümeti sınırları içerisinde bulunan Tur ve Heytam bölgelerinin idari olarak Cizre’den bu dönemde ayrılıp sancak olarak Nâsır Bey’in idaresine verildiğini anlatır.(9) Kısacası Bedir Bey’in bitmek tükenmek bilmez hırslarını dizginlemek için, Cizre hükümeti Osmanlı idaresi tarafından bu iki kardeş arasında bölüştürülmüştür.
Şerefhan bu olayları anlatırken, Bedir Bey’in ulemayı koruyan ve taht-ı idaresi boyunca din âlimlerini Cizre’ye çekebilmiş bir şahıs olduğunu not eder; ancak satır aralarında Feridun’un tasvirine hiç uymayan bir Bedir Bey portresi çizmeyi de ihmal etmez. Şerefnâme’nin yazarına göre Bedir Bey sabah akşam esrar tüketen bir bağımlıdır ve onun dost toplantılarında açık açık haşhaş içilir. Hatta tüm bu esrar masrafını vekil-i harc’ı aracılığıyla Cizre hükümetinin reayasının ödediği vergilerden çıkarmaktadır. Bedir Bey, kardeşi Nâsır öldükten sonra Tur ve Heytam bölgelerini tekrar kendi hükümeti sınırlarına katar. Yüz yaşına yaklaşana kadar Bedir Bey Cizre hâkimliğini sürdürecektir.(10) Tam da bu noktada Nâsır Bey’in oğlu Han Abdal hikayenin konusu olmaya başlar. II. Selim babası Kanuni’nin yerine daha yeni tahta geçmiştir, Sadrazam ise Sokollu Mehmed Paşa’dır. 

Akıl Çelen Devler
Şerefhan’ın Han Abdal olayını aktarımı, Feridun Bey’in anlatısından bir kaç noktada ayrılır. Her şeyden önce Şerefnâme’nin yazarı Abdal’ın Kanuni’nin huzuruna çıkışının sebebinin, önceden babasının idaresinde olan Tur ve Heytam sancağını geri istemek niyetinden kaynaklandığını belirtir. Ufak, ancak çok önemli bir noktaya da dikkatimizi çeker: Abdal’ın aklının derinliklerinde yatan bir fikir de Cizre hükümetinin toptan ortadan kaldırılıp Tur ve Heytam sancaklarına bağlanmaları arzusudur. Şerefhan burada çok saf bir Abdal resmi çizer. Bedir Bey gibi Osmanlı nezdinde nüfûz sahibi olan birinin kuyusunu kazmak düpedüz deliliktir. Ancak devler kuruntularla dolu olan kafasına bu fikri sokup aklını çelmişlerdir.(11)
Bunun üzerine Sokollu, Bedir Bey ile olan yakınlığından dolayı ve de bölgedeki düzeni devam ettirebilme arzusu üzerine Abdal Han’ı cezalandırmaya karar verir. Böylece çavuşbaşı Muhammed Ağa’yı, maiyetiyle beraber ikindi namazını kılmak için Üç Şerefeli Cami’ye giden Abdal’ın peşine takar. Burada dikkat edilirse Şerefhan’ın anlatısı Feridun’un olay örgüsünden radikal bir biçimde ayrılır. Çünkü Şerefhan’a göre olayın Cami’nin içerisinde meydana gelmesinin nedeni, Abdal’ın ikindi namazını kılmak için orada bulunmasından kaynaklanır. Bu noktada Şerefhan, dini bütün bir Sünni Müslüman Abdal imajını anlatısının kalbine oturtur.
İki tarafın karşılaşmaları anında Muham­med’in yanında bir kaç mübaşir, Abdal’ın yanında ise Bohti emirlerinin oğulları ve kendi adamları bulunmaktadır. Abdal’ın maiyetindeki adamlar sayıca çok göründükleri gibi, aynı zamanda Abdal’ın tutuklanmasına tepkiyi ilk verenlerdir. Tam da bu noktada, Şerefnâme’de, Abdal Han cinayet hadisesinde aktif rol oynamayan bir figür olarak resmedilir. Muhammed’in Abdal’ı Divân’a götürmeye çalışması üzerine, şeyh-i şeyhan diye tanımlanan ve çavuşbaşının ardından camiye giren bir Kürt, Muhammed’in sırtına hançeri saplar. Şerefhan’a bakacak olursak, Abdal Han’dan ne bir emir, ne de bir tepki gelmiştir. Şeyh-i şeyhan’ın hançerinin ucu kurbanın göğsünden dışarı çıkar.(12) Olay üzerine hemen padişah fermanı yazılır ve Abdal Han ile yanındaki adamları idam edilir.
Şerefhan’ın hanedan tarihinden öğrenebildiğimiz kadarıyla, Han Abdal’dan geriye yedi oğul kaldı. Bunlardan Emir Nâsır ise babası ile aynı kaderi paylaşacaktı. Nâsır, Bedir’in yerine Cizre hükümetinin başına geçen oğlu Mahmud’un idaresinde, Osmanlı ordularına uzun süre hizmet edecekti. Yerel Kürt beyleri, Mahmud’un ölümünden sonra, Nâsır’ı Cizre hükümetinin idaresi için destekleyecek, Osmanlı’nın ise kendi adayı olan Emir Aziz üzerinde ısrarı etmesi sonucu, Sadrazam Ferhad Paşa’nın (ö. 1595) emri ile, Divan’da bulunan tüm Kürt beylerinin gözlerinin önünde, boynu vurulacaktı.(13)  

Sonuç Yerine
Han Abdal’ın hikâyesinin ima ettiklerinden nasıl bir tarihsel sonuca varabiliriz? Kanımca bizi sonuca götürecek yol, cinayet mahalli olan Üç Şerefeli Cami’den geçiyor. Bir Osmanlı bürokratı olan Feridun Bey’e kalırsa, cinayetin cami içerisinde işlenmesinin nedeni, çavuşbaşının Abdal’ı konuşmak için içeriye çağırmasından kaynaklanmaktadır. Şerefhan ise anlatısında, aklı devler tarafından çelinmiş, ancak dini bütün bir Sünni Müslüman olan Han Abdal’ın, ikindi namazı için camide bulunduğunun altını ısrarla çizmektedir. Gerçek her ne olursa olsun, bu iki farklı anlatı aynı zamanda dönemin siyasetindeki belirgin bir gerilime de işaret etmektedir.
Kürt beylerinin Osmanlı nezdindeki meşruiyetlerini sağlayan temel ölçütün Sünni İslam olduğunu biliyoruz. Şerefhan gibi Kürt beylerinin de eserlerinde kendilerinin ve Kürtlerin Sünni Müslüman kimliklerine kesintisiz vurgu yapmaları da bundandır. Hatta Osmanlı’nın Kürdistan ile karşılaşmasının tarihi, Sünni bir ittifakın da başlangıcının tarihidir.(14) Ancak bu ittifaka Osmanlı Devleti’nin her zaman güven ve şüphe arasında bir yerlerde yaklaştığının altını çizmek gerekir. Kürdistan’ın çok dinli/mezhepli bir yer olması ve Kürt beylerinin hatırı sayılır bir kesiminin Şii Safevi Devleti’ne belirli bağlamlarda destek vermesi, bu durumda kritik bir rol oynamıştır. 
Sırf bu yüzden, Şerefnâme’nin yazarı, eserinin girişinde, kendince Kürtlerin kökenini anlatırken, Dehhak efsanesine geri dönmüştür. Ancak efsanesini anlattıktan sonra, kendi dönemine kadar gelen, tamamen Sünni bir şecere çıkarmaya çalışmıştır. Bunu yaparken, seçici bir tarzda, Sünni İslam dışında kalan unsurlar ile Şafii Kürtler arasına bir mesafe koymuştur.(15) Osmanlı’nın sapkın mezhep olarak ilân ettiği Şiilik ile kâfirlik ve irtidâ arasında bir yerlere sıkıştırdığı Yezidilik, bu noktada Şerefhan’ı çok uğraştırmışa benziyor.16 Zira her ne kadar Şerefhan kurmaya çalıştığı muhayyel Kürt şeceresini efsaneden kurtarıp Sünni köklere çekmeye çalışmış olsa da, Osmanlılar açısından Kürdistan iki açıdan tehlikeliydi: Sürekli Osmanlı ordularına ve kervanlarına saldıran Yezidi Kürtler ve siyasal güç kazanabilmek için her an Şii tarafına geçebilecek Kürt Beyleri.(17) Han Abdal’ın işlediği cinayetin mahallinin Feridun ve Şerefhan tarafından farklı şekillerde anlatılmasının altında bu neden yatıyor olabilir mi? Sorumuzun cevabı şayet evet ise, Kürt beylerinin Sünnilikleri üzerinde ısrar etmelerine rağmen, dönemin siyasal dinamiklerinin, Kürtleri sembolik olarak Üç Şerefeli Cami’nin içi ve dışı arasında bir yerlere sıkıştırmış olduğunu söyleyebiliriz.

YAvuz Aykan

İleri Çalışmalar Enstitüsü, 
Nantes, Fransa


DİPNOTLAR
1     Bkz. Feridun Bey, Nüzhet-i Esrârü’l-ahyâr der-ahbâr-ı sefer-i Sigetvar, Ahmet Arslantürk ve Günhan Börekçi (haz.), İstanbul, 2012, s. 310-315.
2     Laszlo Szalay (haz.), O¨sszes munka´i. 5, Ma´sodik Portai ko¨vetse´g, 1567-1568, Peşte, 1860, s. 237 ve Venedik Devlet Arşivleri, Senato, Dispacci Costantinapoli, Filza 2, 517a. Bu iki kaynağa dikkatimi çeken arkadaşım Güneş Işıksel’e teşekkür borçluyum. Bitlis hâkimi Şerefhan Bidlisî, eseri Şerefnâme’de öyküyü farklı ayrıntılarıyla ele alır. Bkz. Chèref-nâmeh ou fastes de la nation Kourde, çeviren: François Bernard, Charmoy, Petersburg, 1870, cild 1/2, s. 154-165.
3     Cezalandırma süreci Mühimme Defterleri’ne de yansımıştır. Padişah fermanı için bkz. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimme Defteri VII, No: 2348.
4     Bu konuda yapılmış önemli bir çalışma için bkz. Marina Warner, Stranger Magic: Charmed States and the Arabian Nights, Cambridge: Harvard University Press, 2012
5     Bkz. Kurân-ı Kerim, Sad Sûresi: 34.
6     Bkz. Chèref-nâmeh, cild 1/2, s. 154.
7     Age. s. 154-155.
8     Mahmud’un Cizre beyleri ve Osmanlı sarayı arasında kilit bir rolu vardır. Önceleri Bitlis hâkimi Şeref Bey’in vezirliğini yapmaktayken, onun ölümünden sonra Kanuni’nin kütüphanecilerinin naibliğini yapmaya başlamıştır. Age. s. 161.
9     Bkz. age., s. 155/161. Cizre hükümeti’nin gelirleri, özellikle Tur ve Heytam bölgelerinin Ermeni reayasından alınan vergilerden gelmektedir. Bkz. age., cild 1/1, s. 44. Şerefnâme’yi Fransızca’ya çeviren François Bernard, coğrafi ve ekonomik bilgileri teyid etmek için 17. yüzyılda’da yaşamış olan Osmanlı Coğrafyacısı Kâtib Çelebi’nin ünlü Cihannûma adlı eserinin Kürdistan ile
ilgili kısımlarından bolca yararlanır.
10   Bkz. age. cild 1/2, s. 155-157.
11   Bkz. age. s. 162. Şerefhan burada şeytan veya cin yerine, daha çok İranî bir efsane figürünü betimleyen dev (Farsça div) kelimesini kullanır.
12   Bkz. age. s. 163.
13   Bkz. age. s. 163
14   Bu konu hakkında ilginç bir çalışma için bkz. Ebru Sönmez, Idris-i Bidlisi: Ottoman Kurdistan and Islamic Legitimacy, Libra, 2012.
15   Bkz. Yezidilerin anlatıldığı bölüm. Chèref-nâmeh, cild 1/2, s. 28.
16   Yezidiler’in hem dönemin Hanefi hem de Şafii hukukçuları tarafından ele alınış tarzı için bkz. Yavuz Aykan, Les acteurs de la justice à Amid et dans la province du Diyarbekir d’après les sicil provinciaux du 18e siècle, basılmamış Doktora Tezi, EHESS, Paris, 2012,
s. 255-292.
17   Sonraki dönem Kürt beylerinin ısrarla Abbasi soyundan geldikleri  üzerinde durmaları bundandır. Bkz. Robert Dankoff, Evliya Çelebi in Bitlis: The Relevant Section of Seyahatname edited with Translation, Commentary and Introduction, E.J. Brill, Leiden, 1990, s. 174.

*Bu YAZI KÜRT TARİHİ DERGİSİNİN 13. SAYISINDAN ALINMIŞTIR